Alışmak istemiyorum…
Bize dayatılan hiçbir şeye alışmak istemiyorum;
Pahalılığa, gösterişe, şaşaaya, bir başkası görsün diye bir şeyler yapmaya, bir başkalarının müptelası olmaya, onlara haset etmeye, heveslenmeye, kolay kırılmaya, tahammülsüzlüğe, çelişkiye, hiçbirine alışmak istemiyorum.
Birçoğuna göre en kötü huyum “kazıklanmaya” katlanamıyor oluşum. Bu uğurda verdiğim tüm savaşlar gerek “Kayserililik”, gerek cimrilik, gerekse eli sıkılık olarak adlandırılıyor. Oysa girdiğim yardım projelerinin haddi hesabı yok. Ama konumuz bu değil.
Yetişme tarzım, imkanlar, olanaklar bana hep elimde olanın yalnızca beni ilgilendirdiğini öğretti; paylaşabileceklerim dışında… Mütevazi bir hayat yaşamanın daha önemli olduğuna inandım. Öyle ki bir arkadaşım “yemekte ne yedin,” diye sorduğunda bile “yediğim içtiğim benim olsun,” deyip söylemedim hiçbir zaman, belki onun da canının çekeceği bir şeydir diye…
Pahalı restoranlara değil esnaf lokantalarına, açık büfelere değil mahalle börekçilerine, beş yıldızlı otellere değil pansiyonlara inandım. Çünkü yaşadığım hayat “herkesin gördüğü kadarına” değil bana yetecek kadarına ihtiyacım olduğunu öğretti bana.
Daha fazlasını harcamanın normal bir şey olduğu hastalığına kapılmışız hepimiz. Büyük bir yarışın içerisinde, kazansak da elimize bir şey geçmeyeceğini bile bile koşup duruyoruz. Ve bilmiyoruz ki, bu parkur sürekli yeniliyor kendini. Bu yarış bizim yarışımız değil oysa ki…
2 bin lira maaş alan birinin ev kirası gibi telefon taksidi ödemesini normalleştiriyoruz. Niye?
Herkes şapkasını önüne koyup bir düşünsün…
Emrah Ateş
HLotus