1993 yılında Atayurt’ta Türkiye Diyanet Vakfı’nın maddi desteği, Ankara Üniversitesi ve Oş Devlet Üniversitesi arasında imzalanan protokol ile eğitim ve öğretime başlayan Teoloji fakültesi her yıl iç hizmet seminerleri de düzenliyor. Ocak ayında fakültenin tatil olması nedeniyle üç haftalık temel İslami ilimlere dair 98 saat süren bir ders programı hazırlanıyor. Müşavirliğimiz vasıtasıyla Müftüyat, yani Kırgızistan Diyanet İşleri Başkanlığı ve diğer resmi kurumlar ile yazışmalar aralık ayı başında yapıldı. Yılbaşından önce muhakkak çalışmaları bitirmemiz lazım. Çünkü;
10 GÜN YILBAŞI TATİLİ OLUR MU?
Yılbaşı tatili burada yaklaşık on gün sürüyor. Kurban bayramında bir gün olduğunu duyunca şaşırmıştım, önceki geldiğimdeki unuttuğumu hatırladım. Burada cumartesi günü de ders oluyor, tıpkı ilkokul dönemindeymiş gibi hissediyorum. Ama on gün yılbaşı tatili olur mu, olur, daha fazlası da olur. Çünkü öncesinde ve sonrasında birkaç gün tatil hazırlığı veya rehaveti oluyor, on beş gün resmi hayat duruyor sanki.
Güney Kırgızistan’daki il ve ilçelerden toplam 60 görevli ismi bize bildiriliyor. Celalabad, Batkent, Oş şehirlerden geliyorlar, yurtta kalıyorlar. Sabah 9 da başlıyor ders, öğleden sonra 15.30 bitiyor. İlgi çok iyi, her yaştan imam ve imam yardımcıları var.
SEMİNER VE ÖNCESİ
7 Ocak’ta konuklarımız gelmeye başladı ama baktım bir gerilim var. Ne oldu diye Batkent gelen sorumlu arkadaşımıza sordum. Kırgızistan ve Özbekistan sınırında ufak boyutlu bir çatışma olmuş. Özbekistan tarafından yirmiden fazla insan darp edilmiş, tutuklanmış. Bişkek’te gösteriler yapılmış, hava gergin. 2010 yılında zaten elim bir olay yaşandı. Metafizik gerilim birden fiziksel gerilime dönüşmüş, gerçi bu sefer öyle olmasına müsaade edilmezmiş, hemen çözülmüş rehinelik sorunu. Ama tam bir dalak gibi Kırgızistan bölgesine girmiş Özbekistan sınırları. Bu nedenle iki ülke sınırları bin üçyüz km fazla. Batkent bölgesinden bir yandan diğer yana geçmek aslında yarım saatlik yol, kapanınca beş saate ulaşabiliyor, nitekim öyle gelmiş arkadaşlar.
Bir de o bölgede yaşayanlar Özbekistan vatandaşı Taciklermiş. Yani küresel siyasette kafa her yerde aynı çalışıyor galiba, bütün sınırlar gerilim üzerine kurulmuş, Ortadoğu da öyle, Türkiye, Suriye sınırı da öyle, buradaki sınırlar da öyle. Afganistan, Pakistan ve Hindistan bölgeleri ve Bangladeş de öyle. Öyle öyle, öyle de ne olacak böyle?!
Can yakıcı olaylar
2010 yılında aslında burada ben olacaktım, bütün görüşmeler yapıldı ve tekrar gideyim Atayurt’a, sevdim oraları ben demiştim. Sonra ne oldu bilemiyorum, Çandarlı’nın mı rehaveti; yoksa içsel bir dürtü mü? Veya dostların tavsiyesi mi, hatırlamıyorum ama ben gidemiyorum dedim. O zaman Meryem çok sinirlenmişti, ata binmek bir ayıp, inmek iki ayıp diye, o gelin için söylenmiş, benim gidesim yok dedim. Görmez kardeşimi aradım, üzüldü tabii ama gelmedim, sonrasında Oş olayları çıktı, kardeş kardeşi katletti, daha önce Çorum olaylarını 18 yaşında yaşamıştım zaten. iki kez yüreğim daraldı.
Bu sefer her şeye rağmen gideceğim dedim, ama bu olay çıkınca bir de bütün Güney Kırgızistan bölgesinden gelen imam kardeşlerimiz var, tamam olgun insanlar ama gerilimi aşmak gerek, bunun çaresi de “tevhid nübüvvet ve mead” eksenli temel öğretimizi iman-islam ihsan perspektifinde okumak ve okutmak. Açış dersini vereyim diye zihnimde kurdum, önceki planı terk ederek.
Ve Seminer
Müftü bey ve bölge kadıları teşrif ettiler, protokol konuşmaları yapıldı, öğle yemeğine geçtik. Zaman olunca, müsaade ederseniz, imam arkadaşlarla kısa bir toplantı yapayım dedi, müftü bey, ben de katıldım. Az biraz çözüyorum Kırgız lehçesini. Dini ektremizm üzerine sorular soruldu, bu konuda son derece hassas olmuşlar. Geçenlerde devlet başkanı tarafından da bu kaygılar dile getirilmiş, İslam’ın geleneksel yorumu olan Hanefilik üzerine durulmasını gerektiğini belirtmiş. Müftü bey de bundan bahsetti. Sabah açılış öncesi resmi yetkililer gelip, ders programından özellikle islam Mezhepleri ve akımları ile ilgili öğretim üyesinden bilgi aldılar.
Sorular cevaplar devam ederken, bir arkadaş, “Batkente ben müftü olursam, şu sorunu çözeceğim, niye el atmıyorsunuz, neredeyse karşılıklı olan iki cami var, birinde sadece Özbekler diğerinde sadece Kırgızlar Cuma kılıyor, böyle olur mu?” Diye sormasın mı? Özbek mescidi küçükmüş, orası medrese olabilir, diğerinde Cuma kılınabilir dedi, anladığım kadarıyla, birden ortalık hareketlendi. Senin bildiğin gibi değil orası diyen, ne olur ikisinde kılınsın diyenler oldu.
Neyse Müftü bey, birazdan oraya gidiyorum, yeni müftü atanacak, o ilgilenir bununla dedi ve ardından namaz vakti denilerek çıkıldı. Bu da beni iyice gerdi doğrusunu söylemek gerekirse. “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma!” ilkesi aklıma geldi, aynı badire ile Türkiye uğraşmıyor mu? Bir mümin bir yerden iki kere sokulur mu? Daha önce yaşanmış bir hata yeniden tekrar edilir mi, nerede kaldı dinimizin adı gereği olan barış diye düşündüm.
Zaten birkaç gün önce, “Türkçülük ve Kürtçülük ile olmuyor, İslamcılık ile olur mu?” diye bir yazı okumuştum. Yılbaşı tatili uzun ya, ben de “İslamcılık ile de olmaz!” diye bir metin yazarak Türkiye’de yayımlamıştım. Şimdi sanki bu yazının testini yaşıyor gibi hissettim. O zaman İslamcılık ile olmaz tamam, ama benim peygamberim ırkçılığın her türünü, kabileciliği reddetmedi mi, insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, takvanı sadece ayırıcı bir vasıf olacağını söylemedi mi?
Söyledi, iyi de o zaman İslam dünyasındaki bu karmaşa niye? Sözün bittiği yer değil mi? O zaman bir yoldaşın gönderdiği şiiri okuyayım bari: Çünkü gıpta ediyorum bu Akyürekli insanlara, birkaç satırda ifade ediyorlar, ciltlerle anlatılan sorunları. Haa bir de karikatüristlere, onlarda birkaç kare içinde anlatıyorlar ya her şeyi, ne deyim bilemiyorum.
İNADINA ŞİİR
ve ne bağdat’tan
ne şam’dan
ne mekke’den
ne diyarıbekir’den
ne istanbul’dan
ne buhara’dan
bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi
duymuyor
ve ben biliyorum
ben biliyorum
istanbul’un
bağdat’ın
diyarıbekir’in
mekke’nin
buhara’nın
birbirine nasıl bağlandığını, nasıl çözüldüğünü; sonra
ey insan
ey insanlık
ayağa kalk
kolları ve bacakları budanmış delikanlıları
boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları
gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları içindeki bu
çocukları
gelişmiş laboratuvarlarınızda dikkatle inceleyin
ve bir gün
bu dünya
gül bahçesine dönecek
bunu böyle bilin; ve
unutmayın..
Ferman Karaçam
Açış Dersi
Ana hatlarıyla “Tevhid Nübüvvet ve Mead şeklideki temel ilkelerimizi, iman/teorik, İslam pratik uyumu ile ortaya çıkması talep edilen ihsan, muhsini tavır üzerine konuştum, Abdülaziz kardeşim de kotarıcım oldu. Mütercim demek istemiyorum çünkü aynı dilin iki lehçesi bunlar. Bu arada Anadolu’da “Sen bu işi kotarırsın” cümlesindeki başarabilirsin, işi kıvırabilirsin anlamını da buradan almış diye düşündüm.
Bilgilendirmeyi kısa kesip sorulara geçtik. İlk sual, “Türkiye laik bir ülke değil mi?” diye oldukça açık ama bir o kadar da ironik bir soru geldi? Evet, laiktir ve bu anlamıyla sizin ve bizim anayasamız benzer hükümler içeriyor, ama bakın siz din adamları olarak buradasınız, dolayısıyla devlet, halkının dini gereksinimlerini sahih kaynaklardan öğrenip öğretmek imkanı tanımalı anayasa gereği dedim.
İkinci soru, “Dini anlayışlar nedir?” şeklindeydi. Çoğunluğu Hanefi-Maturidi geleneğine bağlıdır. Buradan Oş’tan akaid, Özgen’den İmam Serahsi’den fıkıh, Buhara’dan hadis, Maturdi’yi zaten biliyorsunuz, onlarla dini anlayışımızı şekillendirdik. Farabi ve ibn Sina denilen alimler de bu bölgelerden onlarla felsefi altyapıyı oluşturduk dedim, ama burayı fazla açmadım tabii ki. Biraz Şafii, biraz da Caferi inanışa sahip kardeşlerimiz var. Fakat farklı İslam tasavvurları, cemaatler, cemiyetler olduğunu biliyorsunuz zaten, deyince, birisi bölgedeki Said Nursi talebelerinden bahsederek, biz de derslerde ona yönelik okuma yapacağız mı diye sorunca, tabii ki yapmayacağız, diye cevap verdim.
Teoloji Fakültesi olarak iman, İslam ve ihsan terimlerini temel kaynaklardan hareketle nasıl okuyabilir, günümüzde sorunlara nasıl çözümler üretebiliriz yöntemi üzerinde duracağız. Hiçbir tarikat, cemaat veya cemiyete göndermeler yapmayacağız, hepsine eşit mesafedeyiz, siz uygun buluyorsanız ve tanıdıklarımız varmış, oradan ayrıca bilgilenebilirsiniz deyince, buradaki Nakşi geleneğe dair cemaatleri kast ederek, şeyh kime denir, şeyhin eli öpülür mü, şeyhsiz olmaz mı diye bir soru geldi.
Yahu satranç gibi diye düşündüm. Emin acar hocamın dediği aklıma geldi, bizim şeyhimiz, bütün şeyhlerin şeyhi, peygamberimiz hz. Muhammed (as) onun uygulamalarını okuyacağız, yaşayan sünnet haline getirmeye çalışacağız, onu rol model alıyoruz dedim. Rol modeli de “usvetin hasene” ile açıkladım. Güzel bir sunum oldu diye düşünüyorum, akıllarında soru kalmadı gibi, benim de açık yüreklilikle cevap verdiğime kanaat getirdiler mi bilemiyorum ama çıkarken tavır ve tutumları candandı.
Burada tebliğ cemaati etkili, onlardan biri olsa gerek, Türkiye’ye tebliğe gitsek olur mu diye sordu, sanmıyorum, orada mescitlerde kalıp, yatıp yemek yapıp oturamazsınız. her camiinin resmi iki görevlisi vardır, orada ibadet edilir, o kadar deyince, biraz bozuldu. Zaten semine öncesinde en büyük çabayı bu yönde sarfettim. Kadıyattaki görevli arkadaşları topladım, herkesin kendi bölgesinden gelecek imamların rehberi olacağını, ama Erdem mescidinde üç hafta boyunca hiçbir gruba toplantı yapma veya tebliğ için müsaade etmelerinin uygun olmadığını rica ettim. Çünkü daha önce öyle olmuş, bütün güney Kırgızistan’dan imamlar geldiğini duyan tebliğ cemaati yetkilileri, orada korsan bildiriler veriyormuş.
Yahu bu bir proje, onlarda müftiyata sunsunlar, verecekleri dersleri, içeriklerini, kimlerin öğreteceğini yazıp versinler, yapsınlar. Ama davul bizim omuzumuz da, tokmak başkasında olmaz diye düşünüyorum. Sair zamanlar akşam namazlarından sonra oturup hadis okuyorlar, izin almışlar, olabilir ama paradigmalar karışmamalı, iyilik ve güzellikle yarışmak ise herkes kendi projesini ortaya koymalı değil mi?
Soft power olarak diziler
Aha unuttum, diziler evet Yemen’den sonra burada diziler karşıma çıktı. Türkiye’deki hayatın İslam ile ne alakası var, diye sordu biri, ben de dedim ya biz İslam dünyasında parlamenter tecrübesi en fazla olan ve Tanzimat projeleri hala devam eden anayasayı yeniden demokratik bir şekilde yazma çabasında olan bir ülkeyiz. (bununla 28 şubat sürecini ve 2003 yılından itibaren yapılması düşünülen darbeleri ve akabindeki yaşananları kast ettim ama içimden tabi ki!)
Türkiye’de her türlü hayat yaşayabilirsiniz, ama bu bir diğerinin hayat tarzına hükmetme anlamı gelmez. Yemende aynı soruyu sormuşlardı. “Dedikleri dizileri ben hiç seyretmedim, madem öyle siz niye seyrediyorsunuz demiştim onlara?!” diye sözümü bitirince, soruyu soran hafif sinirlendi ama ne yapayım.
Yurt bekçimiz Alım eke var, çokiyi bir insan, Sakin bey ona Adil Naşit diyor, merhume Adile Naşit’e mülhem. Öğrenciler ile arkadaş, elinden geleni yapar sevimli bir kardeşimiz. Onunla bir gün kahvaltı yapıyoruz, vişne reçeli var. “Bu ne diye?” sordu. Ben de “Vişne” deyince aha bu Rusça, zaten siz de Rus kanı varmış demesin mi? Şok oldum, ne diyorsun yahu deyince, simanızda benziyor, beyazsınız diye devam etmesin mi?
Meğer “Muhteşem Yüzyıl”ı seyrediyormuş, Kanuninin hatunu roksana değil mi, o Rus işte dedi. Şaşırdığımı görünce, şaka şaka diye toparladı. Harem’den Enderun’dan ne kast edildiğini anlatmanın bir anlamı var mı? Yok, ne diyelim şimdi? Ben de artık şimdi hişt Alım adil eke, vişne vişne deyince kahkalarla gülüyor, millet de neler oluyor yahu diyor.
Dizilerin etkisini görüyor musunuz? Dizi deyince, burada “Kurtlar Vadisini” reklamsız ve daha iyi seyrediyorum. Çünkü Türkiye ile dört saat fark var ya, dizileri seyretmeniz imkânsız, sabah kalkamazsınız, ama Cuma öğleden sonra anında cd’si çıkıyor. Eski takım kaptanım şimdiki Erdem mescidi imamız mesai arkadaşım Munar bek, ya da talebelerden biri hemen getiriyor. Yani burada da Kurtlar vadisi yoğun olarak seyrediliyor. Yemen’de anladım, Filistin ve arap dünyasına göndermeler var, burada niye seyredilir ki diye sordum? Hocam, aksaçlılar ile ilgili müziklere ve figürlere bir dikkat edin, çoğu buralardan, hem kökeni kaç bin yıllık bir gelenekten bahsediliyor, sahi siz nereden gittiniz oralara demesin mi? Diziyi Özbek kanalı bir hafta sonra kendi lehçesinde yayımlıyormuş. Ama bizim Türkiye Türkçesi bilen gençler anında alıyor ve seyrediyorlar. Eğitim ve öğretimin yanısıra bunlarda soft power anlayışına girer mi ki, girer herhalde, öyle değil mi?
AT TERLİ, SU İÇMEZ!
Seminerin ikinci günü ilk ders Kur’an-ı Kerim. Bişkek’ten gelen Zeynelabidin Akduman kardeşim ile fakülteye geçiyoruz. O derse başlıyor ben de odama geçip bir şeyler okumaya başlıyorum. On sularında biri gelip, sekreter hanımla Rusça konuştuğunu duydum. İbadat hanım geldi ve Bir bey var, Arapça derslerine girmek istiyormuş, sizinle görüşecekmiş deyince buyur ettim. Arapça karşıladım, konuşmaya başladık. Rusya’da tıp eğitimi görmüş, Kazan’da Arapça öğrenim yapmış Suriyeliymiş. Kırgızistan’dan evliymiş. Birkaç önce Suriye’de imiş, savaştan dolayı tekrar buraya gelmiş. Türkiye’de bulunmuş, ailesi Akçakale de mülteci kampındaymış. Arapça derslerine girmek istiyormuş. Tevafuka bakınız, şimdi.
Bizim Türkiye’den gelen doktoralı Arapça hocamız olduğunu, diğer teknik işlere bakan arkadaşımızın Ezher mezunu olduğunu, eğer ihtiyaç olursa o girebilir, ama siz yine de telefon nosunu bırakın, dedim. Zaten Arapça konuşmamdan çok rahatsız oldu, öğrenmek öğretmek terimlerini yuallimu’yu yani hep karıştırırım, hemen onu düzelti büyük bir keyifle. Yemeğe kalırsanız Arapça hocamız ile tanıştırırım diye teklif ettim, ama hemen gitmek istediğini söyledi. Bende çay ikram edip uğurladım. Öyle yani, paragraf başlığı her şeyi izah ediyor değil mi?
Vesselamu meni’t-teba’l-Huda
10/01/2013 oş, Kırgızistan
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
– Haber Lotus –
HLotus