Ana Sayfa > Genel > Mavi Gemi

Mavi Gemi

Zalimle mücadele etmek yerine zulümle mücadele etmeyi tercih ettim hayatım boyunca. Bunu yazarak, çizerek, yeri geldiğinde söz söyleyerek yapmaya çalıştım. Aktivist olup meydanlarda boy gösteremedim hiç, ama zulümle mücadele eden, haklı davasında destek arayanlara “kalemimle” destek olmaya çalıştım. Çünkü ben bir yazarım.

Bu yazıya konu olan röportajı geçen sene tam da bu sıralarda, yani Mavi Marmara olayının yıldönümünde, Mavi Gemi yolcularından biriyle yapmıştım. Bu kişi hem bir aktivist, hem Mavi Marmara gazisi hem de benim Arapça hocam Ammar Yağcı’ydı.

Mavi Marmara olayını hiç birimiz unutmadık. Ancak aradan geçen zaman ve yaşanan davalar zihinleri bulandırdı, haklıyı haksız, haksızı haklı çıkardı. Geçen sene bu yazımı okuyanlardan sıkça duyup şaşırdığım “Gitmeselerdi kardeşim, İsrail uyarmıştı, dinlemediler, gittiler, başlarına geleni hak ettiler” cümlesi neredeyse halkın genelinde kabul gören bir algıya dönüştü. Bu bakış açısı İsrail askerleri tarafından evleri haksız yere yıkılan Filistinli bir aileyi korumak için İsrail tankının önünde korkusuzca duran Amerikalı barış eylemcisi Rachel Corrie’nin tankın altında kalarak hunharca katledilmesini de “Tankın önünde durmasaydı kardeşim, İsrail tankının onu ezeceği belliydi” şeklinde karşılayıp yaşanan zulmü normalleştirmesi çok da şaşırtıcı değil.

Hislerimizi kaybettik, bizim başımıza gelmeyen zulmü görmüyor-duymuyor-aldırmıyoruz. Vicdanlarımız taş kesti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için, güçlü olanı haklı görüyoruz. Oysa adil olanın güçlü, güçlü olanın adil olması gerekirdi. Artık bir karar verme zamanı geldi: Haklıdan yana mı olacağız, yoksa güçlüden yana mı?

Mavi Marmara’da yaşananları yeniden gündeme taşımak, hatırlamak, hatırlatmak ve üzerine tefekkür etmek üzere Ammar hocamla yaptığım röportajı bir kez daha yayınlamayı uygun görüyorum.  Sıkılmadan okumanız temennisiyle…

***

Toplum olarak unutmaya meyilliyiz. Oysa acıları, suçları ve suçluları unutmanın en az suç işlemek kadar vebali vardır. Yapılan haksızlıkların ve işlenen zulümlerin peşini bırakırsak meydanı zalimlere ve yeni zulümlere terk etmiş oluruz. 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara saldırısı yaşandı ve bitti sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü Filistin bugün hala İsrailin ablukası altında. Geçen 6 senede hiç bir şey değişmedi. Mavi Marmara olayını Unutmamak, Hatırlamak ve Hep Hatırda tutmak için bu yazıyı kaleme aldım ve Mavi Marmara gazisi Ammar Yağcı ile bir ropörtaj yaptım.

“Ben Filistinim” dedi Ammar bana kendini tanıtırken. “Nerede bir mazlum var, ben oradayım!”

Peygamber ahlakını giyinmiş bu genç “Ben Filistinim,” diye tanımlıyordu kendini. Neden ve nasıl diye soramadım ilk aşamada, daha sonra onun bir Mavi Marmara gazisi olduğunu öğrendiğimde anlayacaktım kendini neden “Filistin” olarak tanıttığını. Çünkü Filistin, bir davanın adıydı, haklı bir mücadelenin, yaşama gayesinin, aşkın ve imtihanın adıydı Filistin.  Her şeyden önemlisi Allah’ın bize emanet ettiği topraklardı buralar.

Mazlumun ve haklının yanında durup, zalimin ve zulmün karşısına dikilme bilinciyle binmişti Ammar, Mavi Marmara gemisine. Üstelik bunun için kırk dereden su getirmiş, günlerce İHH’nın önünde yatıp kalkmış, kapılarını aşındırmış, onları mail ve telefon bombardımanına tutarak “Ben o gemiye öyle ya da böyle bineceğim, haberiniz olsun!” demişti. Üstelik bunu yaparken okuduğu üniversiteden bursunun kesilmesini bile göze almıştı. Sonunda gemiye kabul edildi.

Mavi Marmara gemisi ambargo altındaki Filistin’e insani yardım malzemesi götürmeyi amaçlıyordu. Geminin 32 farklı ülkeden 663 yolcusu vardı ve hepsi de ortak bir gaye için yola çıkmıştı: İhtiyaç halindeki Gazze halkına yardım malzemesi götürmekti tüm amaç.

Ne var ki işler yolunda gitmedi. 27 Mayıs 2010’da Gazze’ye doğru yola çıkan filoya uluslararası sularda İsrail müdahale etti. Hem de ne müdahale! Saldırıda 9 Türk vatandaşı hayatını kaybetti, birçok aktivist yaralandı ve gemidekiler İsrail askerinin oldukça sert müdahalelerine maruz kaldı.

 

Mavi Marmara gemisindeki ortam nasıldı? Bize biraz bahseder misiniz?

Gemide tam bir kardeşlik havası vardı diyebilirim. Ben uzun süre Arap ülkelerinde yaşadım. Hani hacca gidenler derler ya orada herkes herkesi kardeş olarak görür diye. Gemideki altı yüz küsür insanda da durum böyleydi. Aramızda İtalya’dan İsrail’e sürgün edilen Kudüs başpiskoposu da vardı. Ayrıca gemide Avrupa parlamentosundan, Yemen’den, İsrail’den, Mısır’dan birçok milletvekili bulunuyordu. Medya kanallarından muhabir ve gazeteciler vardı. İnsanlar kendinden başka görüştekine bile “Kardeşim” diye sarılabiliyordu. İçimizdeki Yahudiler de buna dahil.

O gece gemide olanları medya aracılığıyla bize sunulan kadarını biliyoruz. Olayları yeniden hatırlamamız için senin gözünden o gece gemide yaşananları bize anlatır mısın?

Akşam namazından önce biz gençler toplandık, yaşlılardan da gelenler oldu. Olur da kendimizi korumak durumunda kalırsak bunun için yangın merdiveninin hortumunu alıp tazyikli suyu nasıl açarız, bunu denedik. Çünkü bizim silahlarımız yoktu, “Biz bu malların emanetçisiyiz ve sahiplerine götüreceğiz” diye bir kez daha kendimize söz verdik.

Toplantı esnasında hava oldukça ağırdı. Birisi kalkıp:“Ey insanlar” dedi. Titrek bir sesle: “Burada iki aylık bebeğine perde çekmiş insan var. Aranızda hamile karısına perde çekip gelmiş her şeyi göze alan insanlar var. Sakın, verilen emirleri yerine getirmemezlik yapmayın! Bu çocuklara bu yardım malzemeleri gidecek!” dedi. Sonra herkes birbiriyle kucaklaşıp helalleşti.  Akşam namazı vaktiydi, ben çıkıp bütün gemiyi dolaştım. İnsanları tek tek inceledim. Herkesin ne yaşadığını anlamaya çalışıyordum. Herkes ayrı bir âlemdeydi. Ateisti, dindarı… Herkes inandığı güce dua ediyordu. Sonra ben de dua ettim “Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl” diye. Gemideki herkes can yelekliydi, giymeyen insan yoktu. O kadar ki pasaportlarımızı bile poşete sardık cebimize koyduk. Ola ki yüzerek gidersek diye çünkü tam olarak Kıbrıs açıklarındaydık ki her an bir saldırı olabileceğini bekliyorduk. Aramızda kim nöbet tutacak diye konuştuk, arkadaş bana “Ammar sen geç nöbete.” Dedi. “eyvallah”dedim.  Çok uzaklarımızda dört tane savaş gemisi vardı. İkisi geminin sağında ikisi geminin solunda. Ben geminin sol tarafındaydım. Gemimiz de gidiyordu. Bu arada zaten üç gündür İsrail tarafından çeşitli tacizler vardı. Pervaneyi bozmaları, diğer gemilerin bozulup onların yolcularını bizim almamız, arada bir deniz altıyla gelmeleri… Arada bir dalgıçlarımız inip bakıyordu ne var ne yok diye. Aşağıda gemiyi kontrol ediyorlardı. Bu arada bunlardan kimse haberdar edilmiyordu ama ben basında olduğum için haberdar oluyordum. Yoksa yolcuların, hiç kimsenin bunlardan haberi yoktu. Dışarıdaki herkese gaz maskesi dağıtıldı. Sonra kısa bir süre uyumuşum. Zodyakların sesiyle uyandım.

Birdenbire mermiler gelmeye başladı, olduğum yere çöktüm. Çatır çatır atıyorlardı. Dizlerim titriyordu. Arkadaşım Allah-u Ekber diyerek geminin demirlerine vuruyordu. Ben de ayağa kalktım.

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” (2/250) diye hep birlikte dua ettik.  Allah’tan başka güveneceğimiz hiç kimse yoktu. Tut ki boğulacaksın, ölümü göze alarak gidiyorsun gerçi ama askerler de bir o kadar gerçekti. Onların elinde bazukalar, plastik mermiler vardı, hatta belki gerçek mermi bile vardı. Onlar bize silahlarıyla yaklaşırken biz de onları yangın söndürme aletleriyle suladık, içimizden sapanla misket atanlar da oldu. Bunun üzerine askerler helikopterle yukarıdan kaptan köşküne bindirme yaptılar. Bu görüntüyü TV’de seyretmişsinizdir zaten. Helikopterin geldiği yer benim arka tarafımdaydı. Üst kattan iple indiriyorlardı. Kendimizi korumak için askerlerin silahlarını alıp denize attığımız da oldu. Çünkü biz buyuz. Biz, Selahaddin-i Eyyubi’nin izindeyiz. Selahaddin, Kudüs’e girince Kudüs kralı ne demişti? “Biz bir yere girdiğimiz zaman şehirdekileri öldürürüz, evleri yakarız, kadınların ırzına geçeriz. Siz böyle yapmadınız” demişti. O zaman ne demişti Selahaddin? “Ben Selahaddin’im’’ demişti. İşte biz de buyduk. Öldürme yok. Sadece müdafaa var.

Öte yandan askerler yanınızdaki arkadaşınızı öldürüyor ama siz bir şey yapamıyorsunuz. Yani beyaz atlet sallayanı bile vurdular öyle söyleyeyim. Hiç şakaları yoktu. Ciddi anlamda saldırdılar. Hatta bizim basından sorumlu olan abimiz vardı. Fotoğraf çekerken tam alnının ortasından vurdular. Hiçbir şey yapmamıştı, direk alnının ortasından…

Furkan’ın şehadeti de böyle gerçekleşti. Yukarıdan asker beş tane kurşun indirdi Furkan’a. Benim çaprazıma ateş edildi.  Bir başka helikopterden on bir – on iki asker daha indi. Hepsi gerçek mermili. Bu arada mermiler ardı arkası kesilmeden gelmeye devam ediyordu, askerler güverteye inince yukarıdaki herkes vuruldu.

Ayağımdan bir plastik mermi yedim. Silahların hepsi lazerli sniperlı. Hepsi komando sonuçta. Nokta atışıyla öyle bir yere atış yaptı ki tam bileğime isabet etti. Adli tıpa gelince gördüm ben de. Demek gerçek mermi yeseymişim oradan, ömür boyu bir daha basamayacakmışım. Sonra çıktık yukarı. Ateş etmeye başladılar, cam falan kırıldı. Yukarıdan çaprazdan mermiler geliyordu. Duvarlar falan hep kan bu arada. Mermiler geliyor ama hep teğet geçiyordu.

Bu arada İsrail askeri elinde hiçbir şey olmayan bir toplulukla 55 dakika uğraştı. Sonrasında kaptan köşkü düştü. Aşağı bir indik ki kan denizi… Ayağın kayabilecek derecede kan vardı. İçeride yaralılar ölenler… Orada hüzün başladı işte. İlk defa benim için hüzün o an başladı. Elli civarı yaralı vardı. Ne yapacağız, teslim olacağız ama teslim olamam diyenler de vardı. Kolay değil yani. Ben oturdum kimseyle konuşmuyordum. Kendi kendime diyordum ki “Ammar, bundan sonra konuşmak sana haram.” Hakikaten bunu düşündüm çünkü ben İstanbul’a bu yüzle dönemezdim. Emanetçisin bunun için yaşıyorsun sonuçta. Öldün-yaralandın bunlar hiç umurumda değildi. Ne olacaksa olsun dedim.

 

Ya sonra?

Ondan sonra bizi teker teker aldılar. Yukarı çıkardılar güverteye. Yerler ıslak. Herkesin elini bağladılar. Kafalara vurdular… Onları anlatmıyorum. İsrail tarafından rehin alındık. 12 saat bekledim. Başpiskopos vardı yanımda, onunla konuştuk. Namluya karşı namaz kıldık ilk defa bir Filistinli gibi. Biz secdedeyken İsrail askeri  titriyordu, bunları gördüm. Ayağını kaşırsın üç tane namlu uzatırlar.

Bize yemek dağıttılar. Kendi yiyeceklerimizdi zaten. Su dağıttılar. Sorguya gittik. Dediler ki, “Kapalı bölgeye geldiğinizin farkında mısınız?”Ben “Gazze’ye gidiyoruz, kapalı bölge olduğundan haberimiz yok.” Dedim. Dediler ki “İsrail’e izinsiz geldiniz.” Oysa daha iki gün önce onlar bizi almışlardı, şimdi kalkmış izinsiz geldiğimizi iddia ediyorlardı.  Biri Türkçe diğerleri İbranice önüme dört kâğıt uzattılar. “İmzalamayacağım.” Dedim Ne yazdığını anlamıyordum ve onlar da tercüme etmiyorlardı. Türkçesinde “On yıl buraya gelemeyeceksiniz” yazıyordu.

 

Aradan 6 sene geçti. Peki bu süre içinde Gazze halkı için değişen bir şey oldu mu?

Hayır değişen bir şey yok. Mavi Marmara sadece bir araçtı, amaç değil. Mesele insani yardım malzemelerinin Gazze’ye ulaşıp ulaşmaması meselesi değil. Gazze halkı adeta bir hapis hayatı yaşıyor. İsrail’in koyduğu abluka sadece insani yardım malzemelerine konan bir abluka değil, İsrail bana da abluka koyuyor, ben kalkıp Mescid-i Aksa’ya gidemiyorum; Gazzeli müslümanın hayatına abluka koyuyor, o kalkıp İstanbul’a gelemiyor. Kırılması gereken asıl abluka Gazze halkının yaşadığı hapis hayatıdır. Sorun insani yardım alamamaları değil, insanca yaşayamıyor oluşları.

Peki bizler bireysel olarak Gazze halkı için ne yapabiliriz? Ya da daha genel anlamda soracak olursam İsrail’in insanlık dışı politikalarına karşı biz neler yapabiliriz?

Ben şöyle düşünüyorum. Damlaya damlaya göl olur derler. Aynı şekilde damlayan su mermeri deler de derler. Küçüklüğümden beri annem ve babam, Allah onlardan razı olsun, evimize İsrail malı ürünleri hiç sokmadılar. Babam her zaman “İsrail’e neden para kazandıralım ki?” Derdi. Siz de kararlı davranıp, belki on-on bir İsrail malını evinize sokmama kararlılığını gösterebilirsiniz pekala. Bu bir bilinçlenmedir.

 

Son olarak bu konuda bize vermek istediğiniz mesaj nedir?

Tekrar ediyorum. Mavi Marmara bir araçtır, amaç değildir. İsrail’in kuruluş gününe Filistinliler “Büyük Felaket” anlamına gelen Nekbe Günü derler. Ellerinde tuttukları anahtarlarla topraklarına geri dönecekleri günü beklerler. Ama şunu tüm ümmet için söylemeliyim ki asıl anahtar Kuran anahtarıdır. Kim Kuran anahtarına sahip çıkarsa Mescid-i Aksa onun olacaktır. Rûm suresinin 32. ayeti şöyle der: “O müşriklerden olmayın ki onlar dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.” Bizim de derhal Tevhid ile Bir’leşip bütünleşmemiz gerekiyor. Kuran’la ve Rabbimizle bir an önce bütünleşmeliyiz.

 

Teşekkür ederim hocam.

 

Sonuç:

Her sene olduğu gibi bu sene de Mavi Marmara saldırısının yıldönümünde hatırı sayılır bir kalabalık yürüyüş düzenleyecek, konuşma yapacak, toplu namaz kılacak, tüm insanlığın ortak vicdanına yapılan bu hunharca saldırıyı bir kez daha hatırlayacak ve hatırlatacaklar. Bazı medya kanalları bununla ilgilenecek, bazısıysa görmedim, duymadım, bilmiyorum diyecek. Ama ortada bir gerçek var! İsrail’in Gazze şeridine uyguladığı abluka 10 yıldır devam ediyor. Sınır kapılarını kapatan İsrail, ülkeye gıda ve insani yardım taşıyan her türlü malzemenin sokulmasına engel oluyor. Bu acımasız ambargo nedeniyle Gazze’de bir milyondan fazla insan hâlâ yardıma muhtaç bir şekilde yaşıyor. Öte yandan İsrail adım adım hedefine doğru ilerliyor. İnsanlığın ortak mirası olan Kudüs’teki Müslümanların arazilerine zorla el koyarak onları göçe zorluyor, böylece kutsal mekan Kudüs’ü İsrail devletinin merkezi sayarak burayı salt bir Yahudi şehrine dönüştürmeyi amaçlıyor. Mescid-i Aksa’nın altında yürütülen ve artık Aksa’nın temellerini tehdit etmeye başlayan kazı çalışmaları, işgalci İsrail’in Aksa’yı ve Kudüs’teki diğer Arap ve İslam varlığını yok etme hedefinde olduğunun açık bir göstergesi. Geçtiğimiz günlerde Mescid-i Aksa’nın yakınındaki el-Meğaribe Kapısı semtinde, BM Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Örgütü (UNRWA)’ne bağlı Kudüs İlköğretim Okulu’nun zemininin çökmesi, ileride Aksa’nın başına gelecek felaketlerin habercisi sayılmaz mı?

Resulullah’ın şu hadis-i şerifi üstünde düşünmeliyiz.

“Yolculuk ancak şu üç mescid’den birine olur: Benim şu mescidime, Mescidi Haram’a ve Mescidi Aksa’ya” diye buyuruyor Allah’ın elçisi. Bu cümlesiyle Ümmet-i Muhammedi Beytullah’a, Ravza-i Mutahhara’ya ve Mescidi Aksa’ya davet ediyor. Peki sizce neden? Resulullah bu çağrısıyla buraların zalimler tarafından sürekli tehdit altında olacağını ve Ümmet-i Muhammedin bu mübarek beldeleri asla boş ve sahipsiz bırakmamaları gerektiğine işaret ediyor.

Kudüs, vahye dayanan bütün dinlerde kutsal sayılan bir şehirdir. Kuran’da Isra suresinde Mescidi Aksa’dan “çevresini mübarek kıldığımız yer” şeklinde söz edilir. Öyle ise Mescidi Aksa’nın çevresi başta Kudüs ve tüm Filistin toprakları olmak üzere Allah’ın yeryüzündeki ilâhi âyetlerinden bir âyettir ve buralara muhakkak Müslümanların yani bizlerin sahip çıkması gerekir.

Öyle ise yüzümüzü ve istikametimizi bir an önce Kudüs’e, Gazze’ye, kısacası Filistin’e çevirmenin zamanı çoktan geldi.

Şebnem Pişkin

– Haber Lotus –

Şebnem Pişkin’in kitaplarına ulaşmak için bağlantıyı tıklayınız:

 http://www.kitapyurdu.com/yazar/sebnem-piskin/37412.html

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.