Ana Sayfa > Köşe Yazıları > Balıkçı olsam…

Balıkçı olsam…

Sabahın ayazında, koyu karanlıklarda başlar onların mesaisi.

Ekmek tekneleri gün doğmadan çok önce açılır denize.

Ağlar serilir, oltalar atılır, gün doğumunu seyrederken ilk cigaralar yakılır.

Kuşlar bile güne yeni uyanırken, balıkçı çoktan başlamıştır mesaisine.

Üstünden daha sis kalkmamış gibi tüterken deniz, sandala vuran cıp cıp sesiyle göz kapakları ağırlaşır balıkçının…

Maviden önce kızıldır denizin rengi. Yükseldikçe güneş, göğün mavisinin rengini alır. Gümüş ışıltılar eklenir sonra suya.

Kulaç kulaç mesafeler alır balıkçı denizin ortasında. Beyaz martılar eşlik eder ona.

Kuşluk vakti kapanır balıkçının gözleri, ve tatlı bir uykuya dalar balıkçı.

Bu sırada ağları dolar şansı yaver giderse, ya da tek bir balık takılır oltasına irice.

Olur ya, ağın deliklerinden onlarca gümüş baş sarkar belki de.

Tek sermayesi misina, zoka ve çaparidir balıkçının; kızı Deniz, oğlu Deniz, kısacası varı yoğu denizdir balıkçının.

Kanı bile tuzlu akar.

Dürüsttür balıkçı, namusludur. Denizle uğraşandan zarar geldiği, görülmüş şey değildir.

 

-“Kaçan balık büyük olur, kaçamayan ızgara!” diye seslendi tezgahın başındaki balıkçı. Bunu duyunca kendimi tutamayıp güldüm.

Oysa balıkçının tezgahındaki balıklara geçerken öylesine bakıyordum, almak değildi niyetim. Balıkçı taze balıklarını
göstererek bana seslendi:

-” İnsanın iyisi sözünden, balığın iyisi gözünden belli olur.”

Bir kez daha gülümseyerek tezgahta yatan balıkların gözlerine baktım. Ne balıktan anlıyordum, ne de balıkçılıktan.

Üstelik yeme-içme zevki de olmayan biriydim.

-Zor mu balıkçılık dayı? diye sordum.

(Dayı?? Dayı diye mi seslenmiştim balıkçıya? Ben, ki herkesle sizli/bizli konuşan, abi/abla/dayı gibi tanımlamaları kullanmayı sevmeyen biri iken hangi ara bu ağızla konuşur olmuştum?)

-” Balıkçılıkta geçen zor bi gün senin işyerinde geçirdiğin iyi günden daha iyidir abla,” diye cevap verdi balıkçı.

Sarsıcıydı bu cevap, beklemediğim türdendi. Gülümseyip geçtim. Bakmadım daha fazla tezgahlara. Yürüyüp uzaklaştım.

En az üç mülakat, iki yazılı sınav, bir sürü görüşme sonrasında yüksek maaşlarla girdiğim, dijital kartları sokmadan açılmayan elektronik kapılı süslü plazaların, yüksek statülü bir çalışanı olarak, her biri manken/model/film yıldızı/celebrity olan iş arkadaşlarımla o toplantıdan bu toplantıya koştuğum, ne var ki kendimi hiç bir zaman ait hissetmediğim o işyerlerinde geçirdiğim en iyi günlerimi düşündüm.

Düşündüm… Bulamadım…

Kurumsal iş hayatını terk edişimin sebebi aslında tam olarak buydu.

Ben, BİZ olamadım bir türlü.

“Ben olmak” ve “Biz olmak” kavramları. Ne çok düşünürüm bu konuyu!

Kimi insan vardır, kolayca girer bir “BİZ” kalabalığına. Bu “BİZ” bazen bir futbol taraftarlığı olur, bazen bir arkadaş grubu, bazen bir siyasi parti kalabalığı ya da kurumsal bir kimlik. İyi hissederler kendilerini bu kimseler BİZ olunca.

Kendilerini ifade edebilirler, varlıkları anlam bulur, kimlik sahibi olurlar böylece.

Kimisi de vardır, kasabanın yalnız kovboyudur onlar. Kalabalıklara girer ama hep yalnız çıkarlar girdikleri kalabalıktan.

Kendilerini anlatmazlar bir diğerine. Bu yüzden kimseler bilmez, kimseler “gerçekten” tanımaz, tanıyamaz onları. BİZ olamazlar hiç böylece. Görünmez bir duvar vardır aralarında diğerleriyle. Kimse görmez, görmeyince kimse kaldırmak istemez o duvarı.

Ben ve sen vardır onlar için, ben ve onlar vardır, ben ve siz vardır. Ama BİZ yoktur, içine girip bir parçası olacakları bir BİZ olmaz onların hayatlarında.

Bu yüzden balıkçı gibidir onlar bir bakıma. Kendi denizlerinde var olmaya çalışan, bir elinde zoka, bir elinde misina, sandalında tek başına yaşayıp giderler.

Ben ikinci gruptan oldum hep. Bu yüzden en fazla 5 yıl dayanabildim kurumsal hayata.

Sonrası, benimki de bir nevi balıkçılık.

Balıkçı tezgahının başında bugün karşılaştığım balıkçı, yaşamda yaptığım seçimleri ve bunların sonuçlarını düşündürdü bana.

Bir balıkçı olsam dedim önce, açılsam engin denizlere, balık ağlarını serip sonra toplasam, oltayı yemlemeyi, zokayı çekmeyi, balıkların türlerini öğrensem, denizin dilini konuşsam dedim. Ama sonra fark ettim ki balıkçıdan bir farkım yoktu benim.

Hem öyle bir mesleğim vardı ki şimdi, dilersem balıkçı olurdum o an; dilersem de balık!

Çünkü yazar olmak demek, ekmeğini hayalden kazanmak demekti. Hayal denizinin sularında hayal avlardı yazar.

Kurumsal hayatın değil, hayal dünyasının bir çalışanıydım şimdi ben.

Ah balıkçı, ah! Neler düşündürdün bana.  Sen balık tutmaya devam et, ben de hayal.

Haydi öyleyse,

ikimize de RASTGELE!

Şebnem Pişkin

– Haber Lotus –

Şebnem Pişkin’in kitaplarına ulaşmak için bağlantıyı tıklayınız:

 http://www.kitapyurdu.com/yazar/sebnem-piskin/37412.html

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.