Almakla vermek arasında geçen bir mücadeleye ayna tutar insanın ömrü. Öyle ya hayat da alınan ilk nefesle başlayıp verilen son nefese kadar süren bir çabalar silsilesi değil midir? Ölüme yazgılı olduğunu bilmenin gölgesinde yaşanan bu mücadele, sırf bu kasvetli gölge yüzünden, insanın tıpkı bir sarkaç gibi bir almanın kutbuna bir vermenin kutbuna savrulmasına neden olur.
İnsan, her şeyden önce temel ihtiyaçlarından başlayarak, gereksinim duyduğu şeylere ulaşmaya, alıp eline geçirmeye meyleder. Yaşamını sürdürülebilir kılmak için de bu alış-ediniş eylemlerini istikrarlı süreçlere dönüştürerek insanın kendisine ait kılma aşamasına erişir ve bu durum da bizi insanlık tarihinin en çetrefilli konularından birisi olan mülkiyet meselesine getirir.
Mülkiyet söz konusu olduğunda akla ilk gelen sorulardan biri, bu tür sahiplenmenin neden, nereden ve nasıl başlamış olabileceğidir. Bu konuda en çok atıf yapılan tanımlamalar arasında Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’nun “Bir toprak parçasının etrafını çevirip ‘bu benimdir’ diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.” cümlesi ilk sıralarda yer alır.
Öte yandan, mülkiyetin öncülü olarak görebileceğimiz kendine ait kılmanın kökenini belki de daha derinlerde hatta doğada aramamız gerekebilir. Bazı etobur memelilerin avlarını kendi sürü üyeleri dışında başka canlılarla paylaşmak istememeleri; avın kalan kısımlarını ağaçların yüksek dallarına saklamak ya da gömmek gibi davranışlar içine girmeleri; insana en yakın tür olarak gösterilen şempanze topluluklarının çok sevdikleri yaban inciri gibi meyve ağaçlarının bulunduğu bölgeleri sahiplenerek başka şempanze topluluklarını buraya sokmak istememeleri sonucunda ortaya çıkan çatışmalar, kendine ait kılmanın doğadaki tezahürleri olarak nitelendirilebilir.
Tamer Çetin
İnsan türünün ortaya çıkması ile yaşamsal kaynaklara erişim, bu kaynaklar için farklı canlı türleri ve diğer insan topluluklarıyla girişilen rekabet de kendi türümüzün doğasına has bir görünüm kazanmaya başladı. Topluluklar daha karmaşık yapıdaki toplumlara dönüşüp kültür ve uygarlık geliştikçe alma, edinme, kendine ait kılma ve mülkiyetin de karmaşık bir görünüme büründüğünü söylemek mümkün.
Sanayi toplumunun enformasyon ve nihayetinde ağ toplumuna evrildiği, postmodern yaşam tarzının hüküm sürmeye başladığı günümüze geldiğimizde ise bilgi de dâhil olmak üzere hemen her şeyin bir tüketim nesnesine yani metaya dönüştürülmüş durumda olduğuna tanıklık ediyoruz. Hayatımızın her anında bir şeyleri satın almaya özendiriliyoruz. Bu özendirme sürecinde bizi bizden daha iyi tanıyan, rutinlerimizi, alışkanlıklarımızı çok iyi bilen piyasa uzmanları ve pazarlamacılar, psikolojik ve sosyolojik veriler başta olmak üzere her türlü bilimsel bilgiyi kâr amacı doğrultusunda en yaratıcı biçimleriyle kullanıyorlar.
Bu noktada, insanlığın temel gereksinimlerini karşılamak üzere yola çıkış macerası, sermayenin kutsallaştırılmasının ve insanın büyük bir alışveriş çılgınlığının nesnesine dönüştürülmesinin öyküsünü anlatmaya başlıyor. Diğer bütün özelliklerinden sıyrılarak tüketici kategorisine indirgenen insanın her şeyi kendine ait kılma hayalini kurduğu bir öykü bu. Ne var ki bu öykünün en çarpıcı yanı, dünya genelindeki zenginliğin çok büyük bir bölümünün son derece az sayıda insanın elinde toplanmış olması ve devasa nüfuslu kitlelerin yoksullukla baş başa bırakılmış olması gerçeğidir.
Öyle ki uluslararası araştırma kurumlarının bu konuda yayınladığı raporlar dünya genelindeki gelir dağılımı adaletsizliğinin her geçen gün daha fazla arttığını kesin bir şekilde ortaya koymaktadır.
Oysa yaşam her şeyden önce dengelere dayanır. Dengelerin bozulması hem bireysel hem de toplumsal yaşamın sürdürülebilirliği açısından tehlike oluşturur. Bu açıdan insanın doğadan ve toplumdan başlayarak kişiler arası ilişkilere varıncaya dek aldığı kadar da vermesini bilmesi gerekliliği hayati bir önem taşır.
Vermek söz konusu olduğunda, akla ilk başta insanın sahip olduğu ihtiyaç unsurlarını paylaşması akla gelebilir ancak vermeyle sağlanan paylaşım bundan çok daha geniş bir alana yayılmış durumdadır ve toplumsal yaşamın çok daha derin kesimlerine nüfuz etmektedir. Almaya dair olduğu kadar vermeye de yönelik kodlar ve kurallar vardır. Hatta bunların bir kısmı kesin hükümlerle yasalara dönüştürülmüş ve yaptırımlarla güçlendirilmiştir. Bu yasaların oluşturulmasında devlet mekanizmasının gereksinimlerinin karşılanmasının yanı sıra topluma belli bir denge kazandırılarak eşitsizliklerin tamamen giderilemese bile azaltılması hedeflenmektedir.
Vermenin geniş anlamı bunları da aşar. İnsan bilgisini, deneyimini, hayallerini paylaşarak, zamanını, ilgisini, emeğini vakfederek yaşadığı topluma, insanlığa hatta bütün bir dünyaya kendi çapında bir katkı sağlayabilir. Belki de insanlığı hızla yaklaşan kaotik tehlikelerden uzaklaştırıp çözüme yaklaştıracak yollardan biri de budur.
HLotus