“Önce insanlar bir şeyi inkâr ederler sonra onu küçümserler ve nihayetinde bunun başından beri bilindiğini söylerler.”
Alexander von Humboldt
Dünyadaki en derin hikâyelerden biri sadece ayrıntılı bir görüntüdür: Platon’un Mağara Alegorisi [1]. Bir mağaraya hapsedilmiş, bakışları zorbalıkla tek bir yöne sabitlenmiş bir sıra adamın resmi göz önüne getirildi. Burada, karşılarındaki duvarda, arkada yanmakta olan ateşin önünden figürler ve nesneler geçmektedir. Gördükleri mütemadiyen bir gölge oyunudur ve somut olarak izledikleri tek şey bu olduğundan, yaşadıkları dünyanın gerçekliğini de bundan ibaret görmektedirler.
İçlerinden biri daha sonra etrafına bakar ve bulunduğu yerden hareket etmek için kendini özgür bulur. Üstlerinde ve arkalarında titreşen ateşten daha saf, daha güçlü bir ışık gibi görünen şeyi belli belirsiz görür. Mağaranın ağzından geldiğini keşfetmek için kaynağına kadar zorlu ve dik bir tırmanış yapar. Güneşi gördüğü gün ışığına çıkar. İlk başta ışığı o kadar parlak ki âdeta kör olur. Fakat yavaş yavaş duruma alıştıkça ilk kez mağaranın dışındaki gerçek dünyaya ve içindekilere bakabilir dahası mukayese edebilir.
Gördükleri gözlerini kamaştırmış bir şekilde eski arkadaşlarının yanına geri döner, tıpkı modern bir televizyon izleyicisi gibi duvardaki gölge oyununun onları şaşkına döndükleri karanlığa… Az önce tanık olduğu şeyin ne kadar harika olduğunu anlatmaya çalışır ama neyden bahsettiğini idrak edebilmelerine imkân yoktur: onların bildikleri tek gerçek, duvardaki dans eden gölgelerdir. Arkadaşlarının gördükleri hakkında hikâye uydurduğunu zannederek gülüyorlar ve ona “deli” diyorlar. Ancak onun için durum başka. Artık duvardaki şekillerin gölge ve illüzyondan başka bir şey olmadığını sarih bir şekilde görmektedir. Ve arkadaşlarının, gölgeler ve gölgelerin temsil ettiği şeyler hakkındaki zekice gözlemleri nedeniyle birbirlerini övmelerine tahammülü kalmamıştır zira “gerçeği” bir anlığına da olsa görmüştür.
Booker, bu hikâyenin arketipik özü ile Cheyenne’lerin Zıplayan Fare (Jumping Mouse) hikâyesinde sembolize edilenle hemen hemen aynı olduğunu söyler. İddiasını ise şöyle temellendirir:
Zıplayan Fare karanlık ormana döndüğü zaman arkadaşlarına büyük nehre yaptığı yolculuğu ve uzaktan “Kutsal Dağ”ı nasıl gördüğünü anlatmaya çalışır. Tepki aynıdır; neden bahsettiğini anlayamazlar ve hâliyle küçümserler.
Ormanın birer üyesi olan fareler, Platon’un mağara sakinleri gibi kolektif ego bilincinin temsilcileridir. Çevrelerinde gördükleri dünyanın gerçek olduğundan doğal olarak emindirler zira sınırlı bilinç durumunda olmaları onu görmelerine izin veren tek şeydir. Bu hikâyelerin bütün kahramanları, bilincinin duvarlarının aniden yıkıldığını ve bunun ölçülemez bir şekilde daha gerçek bir şeyi görmesine olanak sağladığını fark etmiştir. Ancak böylesine ilham verici bir deneyimi yaşadığından, bunu arkadaşlarına iletmesinin hiçbir yolu yok çünkü onlar sınırlı ego ile algı dünyalarında şekillenmeye devam etmektedir.
Er ya da geç bir gün görülecektir: uzun süredir, dünyayı anlamaya yönelik bilimsel yaklaşımımızın en dikkat çekici başarısızlıklarından biri, hikâyeleri hayal etme dürtümüzün, atomun yapıları veya genomu gibi onu bilimsel araştırmaya açık kılan yasalar tarafından yönetilen bir şey olduğunu algılamamaktır.
Platon’un Alegorisinde de yansıtıldığı gibi paradoks; hikâyelerin, bilincin sınırlamaları hakkında bize ne kadar çok şey öğretebileceğini görmemizin önünde duran şey, sınırlı ego bilincimizin doğasından başka bir şey değildir.
The Seven Basic Plots Christopher Booker
Türkçesi: Merve Yezda Bingöl
[1] Devlet, VII. Kitap
HLotus