Ana Sayfa > Köşe Yazıları > Türk-İslam Coğrafyasını Teo-Politik Çatışmalar ve “Radikalizm Filozofu” Bağlamında Okumak

Türk-İslam Coğrafyasını Teo-Politik Çatışmalar ve “Radikalizm Filozofu” Bağlamında Okumak

Türk-İslam coğrafyası deyince Batı-Doğu ve Güney Türkistan hattı üzerinden Ortadoğu, Afrika ve özellikle Kuzey Afrika civarını kastediyorum. Doğu Türkistan yani Uyguristan hariç Batı Türkistan’da Beş Türk Soylu devlet (Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan) 1989 yılında tetiklenen değişim ve dönüşüm sonrasında 5 Aralık 1991’de Mihail Gorbaçov‘un istifa etmesiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden ayrıldılar ve görece siyasi bağımsızlıklarını ilan ettiler. Görece diyorum; çünkü ekonomik ve siyasi olarak Rusya’nın etkinliği, bir de Çin’in küresel ekonomi salgınının daimi riski, bunlara karşı da Batı ülkeleri özellikle İngiltere ve ABD ile AB birliğinin motor ülkesi Almanya’nın da ekonomi-politik olarak bölgeyle ilgilendiği bariz bir şekilde görülmektedir. Türkistan (İç Asya) ile İpek Yolu’nun merkez hattı üzerinden Türkiye’ye yani Ön Asya’ya ulaşan yol yeniden tarihteki önemini kazanmaya başladı, Karabağ Savaşı’nının bu noktada kilit rol oynadığını son mücadeleler gösterdi zaten.

Bir de Güney Türkistan, yani Afganistan-Pakistan hattı üzerinden İran, Basra Körfezi ve Ortadoğu bölgesine ve Arap dünyasına ulaşan hat var, Yemen ve Kızıldeniz üzerinden yapılan mücadeleler var. Memlüklü ve Osmanlı devletlerinin eş zamanlı olarak niçin Yemen’e sürekli destek olduklarını bu çerçevede hatırlamak gerekir. İki yıl Kırgızistan, bir yıl Ürdün, üç yıllığına gidip Arap Baharı adı verilen mücadelelerin artması sonucunda birkaç ay durduktan sonra dönmek zorunda kaldığım Yemen deneyimim buralardaki çatışmaların temelde ekonomi/politik olduğu, meşruiyetlerinin de teo-politik yani mezhep çatışmalarıyla meşruiyet sağladığı ortadadır. Bu çatışmanın tarihsel temelleri İslamiyet’in ilk dönemlerine kadar gider; Emevi-Şia/Ali mücadelesi sonrasında Peygamberimizin getirdiği yeni sisteme karşı devrimin gerçekleştiği Kerbela ve Harra savaşlarıyla bütün dünyaya ilan edildi. Ardından Abbasi (Sünni) Fatimi (Şii) çatışmalarıyla iktidar savaşlarına meşruiyet sağlanmaya çalışıldı. 1050 yıllardan itibaren Persler ve Türkler İslamiyet içinde öne çıkmaya başladılar, önce Pers ardından 1918 yılına kadar süren bir Türk Aydınlanma dönemi yaşandı.

Bu satırların yazıldığı 29. Mayıs 2021 tarihi itibarıyla Fatih Sultan Mehmed’in Sultan-ı İklim-i Rum ve Halifey-i Ruy-i Zemin sıfatlarıyla Türk (İslam) Rönesansını bütün dünyaya ilan edilmesinin İstanbul’un fethinin 568. Yılı.  Tuğrul Bey ile başlayan Sultan Alparslan ile Anadolu’ya taşınan Osman bey ile Kayı boyu (küçük mille(t) yeni bir ivme kazanan,  Abbasi Halifesinin Moğollar tarafından öldürülmesi ile oğullarından birini Mısır’a götürüp Halife ilan eden ve böylece yönetimine dini meşruiyet temin eden Kıpçak Türkü Sultan Baybars ve Memlüklü devletinden alan Yavuz Sultan Selim ile “Orta Mille(t)” aşamasına geçen bir süreci tamamlayan Fatih Sultan Mehmed, Doğu ve Batı’nın hükümranlığını bütün dünyaya ilan etti. Türklerin “İmamlar Kureyştendir” sözü üzerine kurulu ilk dönem teo-politik çatışmaların azami oranda dışında durmaları sürecini taçlandıran Fatih Sultan Mehmed olup, Şeyhü’l-İslam’ı önemli bir bürokrat olarak konumlandırması ama Divan-ı Hümayün yani vezirlerin (bakanların) ve  diğer önemli bürokratların katıldığı içinde yer almazdı, ihtiyaç duyulduğunda görüşlerine başvurmak için çağırıldı. Türkiye Cumhuriyeti bu birikim üzerine kuruldu ve Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasal bir kuruluş olarak konumunu benzer bir şekilde devam ettirdi.  Bütün bu çabalar İslamiyetin ilk döneminden itibaren devam edegelen teo-politik çatışmalarının etkisini en aza indirgeme olarak da düşünülebilinir. Bu noktada kısa bir tarihsel bilgi sunalım.

  • Abbasi-Fatimi-Büveyhilerin Teo-Politik Çatışmaları

Fatimi-Abbasi mücadelesinin Mezopotamya’daki teo/politik kavgası Sünnilik ve Şiilik üzerinden Büveyhiler ve Nizari İsmaili Şii öğretisi üzerinden devam etti. Satuk Buğra Han ilk Müslüman Türk hakanı olarak İslamiyet’in Sünni yorumunu benimsedi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey de aynı şekilde Sünni-Hanefi yorumu benimsedi. Abbasi halifesini Fatimi baskısından kurtardı, o da Selçuklu sultanı adına hutbe okutturdu ve sikke (para) bastırdı. Büvehyi (Şii-İsmaili) öğretinin risk olmaktan çıkmasıyla birlikte Bağdat’ta Sünni yorumlar içinde mezhep gerilimleri artmaya başladı. Abbasi Halifesinin Hanbeliliğe ağırlık vermesi ve Tuğrul Bey’in veziri Nizamülmülk üzerinden Şafiiliğe destek vermesi; Azamiye medreselerinde Hanefi, Nizamiye medreselerinde Hanefi-Şafi hocaların ders vermeleri bu açıdan önemlidir.

  • Atayurt ve Anayurt Arasındaki İrtibatı Jeo-Felsefi Açıdan Okumak

Felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırma sürecimizin yakın hedefi, Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti’ni kültürel süreklilik bağlamında okumaktır. Nihai hedef ise 1789 Fransız İhtilaliyle değişen yeni dünya eko/politik sisteminde Osmanlı Devletinin yaptığı düzenlemeleri (Tanzimat ve Islahat fermanları) ve bu düzenlemelerin Kanuni Esasi ile başlayan boyutunu, Yeni Lisan Yeni İnsan tasavvurunun tarihsel temellerini araştırıp Türkiye Cumhuriyetinin kurucu felsefi ilkelerini güncellemek ve Türkçe Felsefe ile Türk Felsefesine olası katkıları arttırmaktır.

Bu çerçevede Ziya Gökalp’in Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak hakkındaki görüşlerini inceledik. Bu metin benim için önemli, Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki ilk yıllarımda (1980) Türkçe dersinde hocamız kitap analizi istemişti o zaman hazırlamıştım, sonra haftalık bir dergi/gazetede yayımladım. Artık düşünce tarihini kitaplardan okumanın yanı sıra lise, üniversite öğrencisi ve üniversite öğretim görevlisi olarak yaşadıklarımı, izlenimlerini de yazarak, müzakere ederek fiilen insanlara aktarmaya çalışıyordum. Ardından Yusuf Akçura’nın eserleri ve özellikle Üç Tarz-ı Siyaset ile Mehmet Ayni’nin çalışmalarını merkeze alarak okumalar yapmaya başladım.

Türk Düşünce tarihi bağlamında Büyük Oğuz Bütünleşmesi diye Gökalp’in fikirlerini Türkiye, Türkmen/Oğuz ittihadı diye Irak, İran, Suriye ve Azerbaycan merkezli birliktelik arayışını, ardından Turan kavramını inceliyorum. Yusuf Akçura’nın Üç Tarzı Siyasetini yani Osmanlılık İslamcılık ve Türklük tasavvurunu devlete üç farklı bağlılık politikası diye okuduk. Felsefi açıdan Mehmet Ali Ayni ile sacayağını tamamlamaya çalışıyoruz, çünkü Ayni her iki dönemde de yaşamış hem âlim/teorisyen hem pratisyen bürokrat uygulayıcı bir düşünürümüzdü. Yakın dönem analizlerini ise Mümtaz Turhan çizgisini takip eden Erol Güngör‘ü merkeze alarak yapıyoruz. Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti hilafet/din tasavvurları merkezli okumalar, Mehmet Said Hatipoğlu hocamızın “imamlar Kureyş’ten olur” sözü/hadisine dair eleştirel okumalarını, Osmanlı birikimini analiz eden Mehmet Ali Ayni perspektifinde yeniden güncelliyoruz.

Hatipoğlu hocamın İslam kültürünün mukayeseli ve eleştirel okumalarına ve içtihat kavramına verdiği önemi, günümüzde Muhammed Arkun üzerinden İslam Aklının Eleştirisi kavramıyla veriyoruz. Onun Makasidu’l-Kur’an yani vahiy anı ile Makasidu’-Şeria yani müfessir, mütekellim ve hukukçuların yorumlarıyla oluşan 14 yıllık kültürün eleştirel okunması üzerinde duruyoruz. Tabii bu arada Muhammed İkbal’in kelamî, fıkhî bir Rönesans için İslam Düşüncesinin Yeniden Teşekkülünü içtihat bağlamında inceliyoruz. Bir Türk Rönesansı bağlamında da Nurettin Topçu’nun eserlerini Anadolu-Türk Müslüman tasavvuruyla verip yeniden bir dirilişin imkânını müzakere ediyoruz.

Müsaadenizle Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Mehmet Ayni’yi niye önemsediğime dair bireysel deneyimlerim hakkında kısa bir ara plan okuması sunayım sizlere

  • 1980 Çorum Teo-Politik Çatışması ve 1979 İran İslam Devrimi

Eylül 1980 ihtilalini hazırlayan şartları bizzat yaşadım lise yıllarımda. Devletin, halkın kurtuluşuna dair iki farklı siyasal tarz olarak gördüğüm sağ ve sol çatışmaları nasıl oldu da din/mezhep merkezli bir çatışmaya yani Alevi-Sünni çatışmasına dönüştü hâlâ en temel sorum bu.  Bu soru, üzerine okuyorum, düşünüyorum, yazıyorum.  5 bine yakın gencin öldüğü, ihtilal sonrasında toplumun önemli bir kesiminin fişlendiği, tutuklandığı, sağ ve sol görüşlü insanlara en ağır işkencelerin yapıldığı cezaevleri hakkında hâlâ az bilgi ve araştırma var. “Ne olacaktı yani asmayıp ta besleyecek miydik?” diyen biri vardı netekim. Kenan Evren denilen malum şahıs, 12 Eylül ihtilali sorgulanırsa intihar ederim demişti, ama hasta yatağından da olsa mahkemeye bağlandı, yargılandı. O dönem sırf denge olsun diye yaşını büyütüp idam edilen sağ ve sol görüşlü gençler vardı.

1 Şubat 1979 yılında Fransa’dan İran’a dönen Ayetullah Humeyni liderliğinde aynı dönem de bir de İran’da ihtilal oldu, 1 Nisan İran İslam Devletinin kurulduğu söylendi, 1980 yılı itibarıyla İran Şii Caferi öğreti üzerine kurulu bir devlet haline dönüştü. Suudi Arabistan ise temelde Hanbeli fıkhı üzerine kurulu Vahhabi öğretiyi merkeze alan bir diğer İslam Devleti olarak zaten vardı ve bu iki yapı üzerinden Şiilik ve Selefilik artık bölgede teo-politik çatışmaların meşruiyet aracı olmaya başladı. Türkiye’ye gelirsek, iki devrim sonrasında ne oluyor diye anlama çabası sonucunda Ortadoğu’da özellikle İran da yayınlanan kitaplar hızla Türkçeye çevrilmeye başlandı. 

Muhammed Abduh b. Hasen Hayrillâh et-Türkmânî el-Mısrî (1849-1905) Muhammed Reşîd Rızâ (1865-1935), Hasan el-Bennâ (1906-1949), Seyyid Kutup (1906-1966), Hind Pakistan bölgesinde annesi bir Türkmen olan Ebü’l- A‘lâ el-Mevdûdî (1903-1979), Cemâlüddîn el-Afgānî (1838-1897) gibi düşünürlerin kitapları hızla Türkçeye çevrilmeye başlandı. İran’dan Ali Şeriati ve diğer âlimlerin görüşleri yaygınlaştı. Bende bu bağlamda master tezimde İbn-i Teymiye‘yi (Ankara 1989), doktora tezimde ise onun fikirlerinden de etkilenen Batı sömürge zihniyetinin epistemik temellerini araştıran İsmail Raci Faruki’yi merkeze alarak çağdaş İslam düşüncesini ve İslamilik meselesini çalıştım. Bunun için 1992-1993 yılında Ürdün Üniversitesi’nde bulundum ve 1994 yılında da doktora tezimi savundum. Hind-Pakistan bölgesi ve Orta Doğu Bölgesi ıslahat hareketleri üzerinde ayrıntılı durdum. Osmanlı modernleşmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefelerini ise Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Mehmet Ali Ayni’nin fikirlerinden hareketle anlamaya çalıştım.

  • Bin Yılın Başlangıcı. 1991 SSCB Dağılması ve Yeni Dünya Düzeni

Dünyanın çift kutuplu Kuzey, Güney veya Kapitalist, Sosyalist Blok olarak ayrılması aşınmaya başladı. 11 Eylül 2001 ABD ekonomi ve güvenlik merkezlerine yapılan ve el-Kaide tarafından yapıldığı söylenilen saldırı sonrasında ise örtük olarak 3. Dünya savaşı başladı. Örtük olarak diyorum çünkü vekalet savaşları ile oldu, öncesinde Irak-Iran (1980-1988) arasında Birinci Körfez savaşı yaşandı. Ardından Irak-Kuveyt (1990) gerçekleşti, bugünkü Irak durumun malum.  Güney Türkistan yani Afganistan savaşına gelince bunun SSCB dağılmadan hemen önce 1989 Marksist hükümetin davetine üzerine geldi ve on yıl yakın süren bir çatışma yaşadı.  Ardından 11 Eylül bahane edilerek ABD müdahalesi ile başlayan çatışmalarda temel aktörler Taliban, el- Kaide oldu.

11 Eylül 2001 ve sonrasını 3. Dünya (Vekaletler) Savaşı olduğunu ve buna meşruiyet sağlayan enstrümanların da Samuel Huntington’un Medeniyetler Arası Çatışma tezi ve Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezleri olduğunu savunuyorum. Aynı zamanda 2010 yılında başlayan ve Arap Baharı olarak adlandırılan bölgedeki gelişmelerin de “Medeniyet içi Çatışma” olduğunu ve küresel siyasete meşruiyet kazandıran bir zemin oluşturduğunu düşünüyorum. Buradaki anahtar örgütler Taliban, el-Kaide ve onun küresel cihat kavramıyla bütün ülkelere yayılan birimleri ve DAEŞ; bunların yaptıkları eylemlere baktığımızda kimin değirmenine su taşıdıkları açıkça görülebilir. Yapılan eylemler bölge halklarının özgürleşmesine ve kukla yönetimlerin yıkılmasına mı yarıyor yoksa tam tersi mi oluyor? 

Yazının başlığında yer alan “Radikalizm Filozofu”yla kastettiğimiz kişi  Seyyid Kutup. Onun Teo-politik çatışmalara etkisi ve felsefi analizine ancak gelebildik.

  • Radikalizm Filozofu: Kökenci ve Kökten(din)ci Okumalar

Batılı terimlerle bunları fundamentalist ve radikalist diye karşılayabiliriz. Fundamentalist terimini köktenci diye çevirecek olursak selef zihniyetine dönme çabasını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Selefi Salihin, Tabiun ve bunları takip eden ilk üç neslin zihniyet analizini ve özellikle Asr-ı Saadet diye sunulan dönemi incelemek temel hedeftir. Hz. Ömer’in şehadeti, Osman ile başlayan gerilimler ve şehadeti, Hz. Ali’nin mücadelesi ve şehadeti, Cemel ve Sıffin iç savaşları, Kerbela direnişi ve Hz. Hüseyin’in şehadeti, Harra olayı, Mekke’nin kuşatılması ve mancınıklarla Kabe’nin yıkılması gibi vak’alar fikirlerle hadiselerin irtibatı bağlamında incelenebilirse kökenci okumaların nasıl köktendinciliğe dönüştüğü kolayca anlaşılabilir. 

İslamcılık öğretisi açısından söyleyecek olursak hem Arap körfezi hem de İran devrimiyle oluşan İslam tasavvurunun bu dönemlerdeki olaylara ne kadar farklı baktığı ortadadır. Kökencilik ile köktendincilik arasındaki ayrımı da bu farktan hareketle yapıyorum. Şii ve Selefi bakış açısı bu dönemler dair kendi yorumlarını mutlaklaştırıyorlar ve ideolojilerinin temeli haline getiriyorlar. Bunlar “radikal islamcı”lar yani köktendinciler. Özellikle Orta Doğu merkezli Hanbeli öğretinin Suudi Arabistan üzerinden Vahhabiliğin yeni formu neoselefilik olarak yaygınlaşmaya başlamasını görmek önemlidir. Bunun tarihsel temelleri Abbasi döneminde Bağdat’daki Hanbeli öğretinin yükselişine kadar gittiği düşünülebilir. O dönemde İbn-i Teymiye’nin bakış açısının 19. yüzyılda Muhammed bin Abdülvahhab tarafından Osmanlı’yı tekfirle güncelleştirildiğini, Suudi Arabistan’ın fıkhi mezhebinin Hanbelilik üzerinden vahhabilik şekliyle de özelleştiğini görebiliriz.

Peki, bunun Batılılar tarafından Mısır’daki İslami direnişin simge ismi Seyyid Kutup’un “Radikalizm Filozofu” diye sunulmasıyla ilişki nedir diye sorulacak olursa, bunlar arasında ilginç bir geçiş olduğunu görülebilir. Şöyle ki, El Kaide’nin kurucusu Usame b. Ladin ile şimdiki liderinin Eymen ez-Zevahiri’de Hanbeli, İbn-i Teymiye etkisinde bir İslam yorumunun baskın olduğu, buna ilaveten ez-Zevarihi’nin Mısır cihat ekolüyle irtibatlı olduğu, Mısır’da İhvanu’l-Müslimin etkisinden ve bu grubun teşekkülünde Seyyid Kutup’un baskınlığından hareket edebiliriz. İslam siyaset felsefesi açısından Peygamberden sonraki yöneticinin kim ve nasıl biri olacağı sorusu Farabi’den itibaren Müslüman filozofların temel sorunu olmuştur. Yönetici elite duyulan güven sarsılırsa siyasi rejim de tehdit altına girmez mi?

Seyyid Kutup bu noktada, özellikle Batı değerleri İslam dünyasına taşıyan yöneticileri vekalet veya kukla diktatörler olarak niteledi ve bunu “modern cahiliyye” olduğunu vurguladı. Bununla kişinin özel bir cahiliye büyüsü altında olduğunu, kişinin Müslüman olduğunu söylemesine rağmen aslında Müslüman olmayabileceğini söyleyerek bir yanılma olduğu vurgulanmaktadır. Bu noktada Seyyid Kutup ile Bağdat’taki Hanbeli öğretinin yükselişi ve İbn-i Teymiye’nin Moğollara tavrı, Muhammed b. Abdülvahhab’ın Osmanlılara karşı tavrı ile el Kaide liderlerinin öğretilerini mukayeseli bir analiz yapalım.

İslam dünyasının sömürü zincirlerinden kurtulabilmesi için bu ideolojiyle yüzleşmesi ve yenisiyle değiştirmesi gerektiğini söyleyen Kutup, bunun kitlelere yön verecek bir “öncü” ve epistemik bir elit tarafından yapılabileceğini belirtti. Booth, bunu John Rawls’un savunduğu modern liberal teoriye benzetir ve el Kaide liderlerinin beğenilerini düşündüğünüzde İbn-i Teymiye ve Seyyid Kutup’un eserlerinden ilham almıyorlarmış gibi göründüklerini, ama entelektüel bir uyum içinde olduklarının göründüğünü vurgular. Gerek Kutup’un Fi zilali’l Kur’an adlı dev sosyolojik tefsiri ve Yoldaki İşaretler, İslam’da Sosyal Adalet gibi kült metinleri, gerekse Mevdudi’nin Dört Terim gibi hacmi küçük etkisi büyük kitapları, siyasal İslamcılık ve Neo-Selefi zihniyetin alt yapısını oluşturmaya katkı sağladı. Kutup’un eserlerinin mütercimleri arasında Yaşar Tunagür gibi DİB üst kademe görev yapan, Abdülkadir ŞenerSüleyman Ateş gibi akademisyenler de vardır. Birkaç eseri de mahlas ile çevrilmiştir.

el-Kaide zihniyetini bu açıdan analizine gelince, Afganistan’da Taliban’ın Sünni; DAEŞ’in selefi zihniyete sahip olduğunu, en son Kabil’deki Hazara Şiilerin çocuklarının gittiği okulu bombalayanların bunlar olduğunu, onlarca sivilin ve çocuğun katlettiklerini belirtmesi Şii-selefi çatışmasında el Kaide nüansına dikkat edilmesi gerektiğini gösterir. Çünkü küresel cihat kavramını öne çıkaran ez-Zevahiri, Şii ve Hizbullah ile ılımlı görüşlere sahip, hatta birlikte cihat edilmesini teklif ediyor, Irak’ta DAEŞ’in Şii katliamını da onaylamadığını belirtmesi farkı fark etmemiz gerektiğini gösterir.  2013 yılında yayımladığı ‘Cihadın Genel Kuralları’ adlı beyanatında el-Kaide militanlarına sivil halktan Şiilere, İsmaililere, Ahmedilere, Alevilere ve Sufilere katliam yapılmamasını vurgulayan Zevahiri mezhep çatışması üzerinden var olmaya çalışan DAEŞ’e karşı olduğunu bütün dünyaya ilan etmişti. Bununla birlikte teo-politik açıdan el-Kaide, DAEŞ, el-Nusra, Boko Haram’ın bazen Eymen ez-Zavahiri  ile aynı fikri paylaşmadıklarını ama örgütü kuran ve fikir babası olan Usame Bin Ladin’le temelde aynı görüşte olduklarını hatırlamak gerekir.

11 Eylül 2021 tarihine kadar ABD Afganistan’dan çekileceğini düşündüğümüz zaman Güney Türkistan’da durum ne olacaktır, muhtemelen Taliban’ın etkisinin artacağı varsayılmaktadır. 15 yıl sonra geri çekilme başlayacak ama el-Kaide örgütü Pakistan-Afganistan sınırında bulunuyor ve Suudi Arabistan, Mağrip, Afrika, Yemen’deki örgütlerle işbirliği içindeler. Eski Irak Arap Birliği Büyükelçisi ve yazar Kais ez-Azzavi’nin el Kaide’nin asıl düşmanı DAEŞ olduğu tezini biraz açalım.

Teo-politik çatışma bağlamında Selefi zihniyete sahip el-Kaide ve DAEŞ farkı ise şudur:  Ebubekir el-Bağdadi’nin bu akım içinde Suriye de “el Nusra Cephesi” diye mücadele ettiğini,  2013’te Bağdadi’nin “Irak’a dön” talimatına ve el-Nusra’ya karşı geldiğini, örgütün Irak ve Suriye’deki ayağını birleştirip “ ed-Davla el-İslamiya fi’l Irak ve’ş-Şam”  yani ‘Irak ve Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) 29 Haziran 2014’te ilan ettiğini, bunun üzerine el -Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri’nin bunlarla ilişkiyi tamamen kopardığını hatırlayalım. 

Türklerin başlangıçta IŞİD dediği yapı, bölgede el-Nusra ile çatışmaya başladı. Daha sonra DAEŞ diye isimlendirilen örgüte  Amerikalılar ISIS ya da ISIL, Fransızlar EIIL demeye başladı. Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius buradaki kavramsal kırılmayı “Bunlar ne devlet, ne de bu barbarların yaptıklarının İslam’la bir ilgisi var. Bunlara İslam Devleti diyerek kendi kendimize bu payeyi veriyoruz. İslam barışçıl bir din. Bunlar kafa kesen cani bir topluluk hepsi bu. Biz kendimiz bari, bu barbarları isimlendirirken ‘devlet’ demeyelim. Bundan böyle bu örgütün Arapça kısaltması olan Daeş’i kullanalım. Ben kendi adıma onları ‘Daeş’in kafa kesen barbarları’ diye adlandıracağım ” şeklinde gösterdi.

Bu bağlamda el-Kaide’nin Abdullah Azzam ile başlayan ilk evre yani sınırlı ve bölgesel cihat dönemi, Usame bin Ladin ve Zevahiri’nin başını çektiği, önce yakın düşmanı yani mevcut Arap rejimlerini mürtet ilan ederek hedef alma stratejisi ve ardından ABD’yi hedef alan uzak düşman teorisi ikinci evreyi oluşturduğunu, akabinde DAEŞ ile başlayan ve mezhebi şiddeti en aşırı formuyla kullanarak mezhep temelli devletleşme stratejisi güdüldüğü ve ardından bu politikanın devam ettirilemeyerek yine cihadın küresele kaydığı tespitini hatırlamak gerekir.

Öyle görünüyor ki, 11 Eylül 2001 sonrasında İslami cihat adı altında eylem yapan örgütler, ne bölge halklarının özgürleşmesine ve refah düzeyinin artmasını sağlayacak ortamı hazırlayabildiler ne de mürted ilan ettikleri kukla elit yöneticileri ve liderleri götürebildiler. Irak ve Libya’da yöneticiler öldürüldü ama her iki ülkenin durumu ortada, iç savaş halen devam ediyor. Afganistan hattından Suriye, Irak ve Libya’ya kadar uzanan kuşakta yaşanılanlara bakınca “uluslararası terörün devletler arası güç mücadelelerinden biri olarak yaygınlaşmaya olduğu görülmektedir.” Asimetrik savaş yapan bu örgütler, sivil-resmi savaşan ayrımı yapmaksızın ahlaki ve hukuki hiçbir kurala bağlı kalmaksızın kadın çocuk demeden insanları öldürüyor.  

 Sünni/Hanefi olduğunu iddia eden Taliban’ın Afganistan’da el-Kaide liderlerini koruyup kolladığı tespitinin altında Afganistan’da Rusya’ya karşı verilen mücadele de Abdullah Azzam komutasındaki el-Kaide’nin etkisinde aramak gerekir. İslam ve cihat ilişkisinin giriftliğini bu dönemde ABD ve Körfez ülkelerinin Afganistan cihadına destek vermesi gösterilebilir. Çünkü bin Ladin ve ez-Zevahiri, Arap ülkelerindeki monarşileri mürted ilan etmişler birisi Suud, diğeri Mısır Mübarek yönetimine karşı mücadeleye başlamışlardır. Buna bir de Ebu Musab el-Suri’nin geliştirdiği bireysel terörizm konsepti ile  yeryüzünün her yerinin cihat alanı olarak görülmesi, cihadın mobilize hale geldiğini ilave edelim.  

  • Sonuç

Yaklaşık 9 asır İslam dünyasının önemli kesimini yönetimi altında tutan Selçuklu ve Osmanlı devletleri sürecine baktığımız zaman dini toplumsal birliktelik ve bilinçliliğin yani aidiyet duygusunun en önemli unsurlarından birisi olarak gördüklerini, İmamlar Kureyş’ten olur sözünü merkeze alan Arap Aklı ile Hz. Ali taraftarlığı adına İmamiyye ve İsmailiyye üzerinden bir nevi yanılmaz imam buyrultusu üzerine kurulu Pers Aklı’nın ekonomi politik meşruiyet savaşlarının mümkün olduğunca dışında durmuşlardır. 1789 yılında Fransız ihtilaliyle öncelenen monarşiden Cumhuriyete, çok uluslu yapıdan Ulus devlete ve din merkezli yapıdan laikliğe geçiş, Selçuklu-Osmanlı deneyimini tevarüs eden Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Kurucu bürokratların ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Hanefi-Maturidi kültürünü önemsemeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla bu din yorumunun öncelenmesi, laiklik ilkesi gereği diğer dini yaşama tarzlarına karşı adalet ve eşitlik ilkesi bağlamında davranılmasını da öngörmüştür. Teoride oldukça tutarlı kuruluş felsefesi, maalesef Alevi-Sünni gerilimleri ile zedelenmiş olsa da, son günlerde Radikal İslamcı örgütlerin Irak, Suriye yaptıklarında yaptıkları kıyımlara, Şii-Selefi çatışmasıyla meşruiyet sağlanmalarına mezhepler üstü bir statüde durarak konum alması gerekirken Şii Türkmen kardeşlerimizin gönlünü kıracak davranışlar sergilenmiştir. Ama Karabağ’daki mücadele bu hataya düşülmemiş, teo-politik çatışmanın diline teslim olunmaması da, Ziya Gökalp’in “Büyük Oğuz İttihadı” dediği hususların önce Türkiye, sonra yakın çevremiz, nihai olarak da Türkistan’ın farklı yerlerinde kardeşlerimizle Gaspıralı İsmail Bey’in ifadesiyle dil, iş ve fikirde birlikteliği yani kültürel ve ekonomik dayanışmayı artıracak gelişmeler olacağına dair umudumuzu artırmaktadır.

Prof. Dr. Mevlüt Uyanık

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.