Seyrettiğim dizilerde, bölüm başında önceki süreç hakkında kısa bir tanıtım olur ya, ben de öyle yapayım müsaadenizle. Bir Nefes Felsefe yazı dizisinin bitimini 19 Mayıs günü yaparak, Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mızın “kut”lu olmasına vesile olması dileğimizi ileteyim.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin niçin Anadolu’ya çekilerek bir devlet kurmayı tercih ettiğini, bu toprakların jeo felsefi açıdan okunması için Türkistan-Türkiye kültürel sürekliğini, düşünce ve yurt ilişkisi bağlamında inceledik önceki yazılarda. Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Türk Felsefesinin de resmiyet kazandığı önermesine hazır bulunuşluk sağladığımızı düşünüyoruz. Bu yazıda ise Türk Felsefesinden bahsetmek niçin ayrıksı görüş olarak sunulur sorusunun peşine düşeceğiz ama genel çerçeve “İslam” özel çerçeve olarak da Türk felsefesinden bahsedeyim kısaca.
İslam Felsefesi ve Türk Felsefesi: İçlem-Kapsam
Türkçe Felsefe, Türk Felsefesi ve İslam Felsefesi alanında çalışan bir akademisyen olarak öncelikle bu içlem ile kapsamı yani İslamiyet’i anlama, yorumlama ve uygulama tarzlarında süreci incelemeyi hedefliyoruz. Bundan kastımız ise Arap kabilevi yapısının siyasal erk tartışmaları (Emevî/Haşimî) ve Fars/Şiî kültürel hegemonyası dışında inşa edilen Atayurt ve Anayurt birikiminin felsefi açıdan tahlilidir.
Bu noktada belirli dönemlerde hâkim diller olan Farsça ve Arapça ile metinler yazmayı önceleyen Türk filozoflarının niçin böyle yaptığını incelemek önemlidir. Bunu jeo-felsefe yapmak ve o dönemin sosyo-politik yapılarını, kültürel değişim ve dönüşümleri incelemek olarak görüyoruz. Çünkü felsefe dil ile bütünleşmiştir ve ana dille yapılır, dil sonuçta kültürün bir ifadesidir. İlahi risaletlerin sonuncusunun Arapça gelmiş olması (öncekiler farklı dillerdeydi) onun evrenselliğini göstermez. Hareket noktası olan metinlerin dilini bilmek, içinde bulunduğu ortama uygun olarak kullanmak, o kültürden etkilendiğini söylemenin farklılıkları üzerinde durmak ile düşüncenin ana dil ile olmasını söylemek farklıdır. Bizim kaygımız, Türkçenin ve Türk (İslam) kültürünün kendi özünden kaynaklanan bir felsefe oluşturmaktır, çünkü kendi kimlik ve kişiliğimizi burada buluruz.
Türk Felsefesi İfadesi “Ayrıksı” mı?
“Türk Felsefesi” derken felsefece açısından övünülecek bir düşünce ortaya koymayı kastediyoruz. Bu etkinlik, sadece Türklerce ve Türkçe ortaya konulduğu için değerli kılmak demek olmayıp felsefe dışı unsurlara dikkat ederek, felsefe olarak değerli kılma çabasıdır. Kendi içine kapalı, diğerlerinden etkilenmeyen bir felsefi yapı da olamayacağına göre, tüm dünya felsefesine açık bir tutum içinde olup üretici kavramlarla felsefe yapmayı hedefler. Türk felsefesini yüceltmek diye bir hedefimiz varsa bu ancak felsefeyi yüceltmekle mümkün olacaktır. Türk felsefesinin başarılı olmasını istemek, felsefenin başarılı olmasını istemek demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nde bunu söylemek niçin “garip” ve “ayrıksı” görülür ki?
Günümüzde gerek İlahiyat Fakültesi gerekse diğer bazı felsefe bölümlerinde “Türk felsefesi diye bir şey yok, hem de kimsenin böyle bir iddiası ve arayışı yok.” diyenlerin “ayrıksı” olduğunu düşünüyoruz.
Türk felsefesine dair düşünceleri garip ve ayrıksı göründü, önermesi üzerinde duralım. Öncelikle “Günün birinde ayrıksı olmaktan çıkaracak, garip ve yadırganmayan doğrular diye benimseneceği günler de gelecektir. Bir de bunu denememiz şart, çünkü yarının felsefe getirmesini istediğimiz şeyler, nihayetinde bugünkü felsefenin uğrayacağı değişikliklerin tümüdür.”
Bu çabayı ayrıksı görenlere karşı da, biz, garip, ayrıksı veya nâbit terimlerine Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma’da öncü gördüğümüz Fârâbî’nin yüklediği anlamı eleştiren İbn Bacce’nin bakış açısını tercih ediyoruz.
Fârâbî ve İbn Bacce’de Ayrıksı/Nâbit Kavramı
Fârâbî’nin nâbit (nevâbit) dediği Erdemli Yönetim’in (Medinetü’l- Fazıla) erdemli olmayan, “ayrıksı”, “türedi” diye nitelen sakinleridir. Ona göre, bunlar istenmediği halde ortaya çıkan ve yozlaşmış kişilerdir. Bu insanlardan fırsatçılar (mutâkannisûn), tahrif ediciler/yanlış yorumlayanlar (el-muharrife) ve dinden çıkanlar (el-mârika) olarak nitelendikleri en olumsuzlarıdır. Yine bu terim altında, iyi niyetli, yönetim (şehir) için iyi olanı düşünürler, ama buna dair yeterli donanımı yoktur. İyi diye hayal ettiklerinin yanlış olduğunu anlayacak donanıma sahip değildirler.
İbn Bacce’ye göre ise garip, ayrıksı veya teknik terimle nâbit kişi şudur: Kalabalıklar içinde bilinçli bir yalnızlığı tercih eden mütevahhid, içe dönüp derin düşünen ve yanlışa evet demeyen tavra sahip olan bireydir. Diğer bir ifadeyle genel kabul gören görüşleri tutarlı olarak görmeyip kendi sahih/tutarlı görüşünü savunandır. Nâbit ise malum olduğu üzere, ekili arazide diğerlerinden farklı olarak, kendi başına yetişen ve “ayrık otu” diye nitelendirilmekten hareketle kullanılır. Oysa o mutlu (said) kişi olup erdemli ortamı ve şahsiyetli (personalist) duruşu şahsında gerçekleştirendir.
Görüldüğü üzere İbn Bacce nâbit terimini Fârâbî’nin anladığından farklı yorumlamaktadır. Bu açıdan “garip/gureba” diye anılanlar da kendi vatanlarında da akran ve komşularının arasında da olsalar, fikirleri yüzünden yalnız kalanlardır ve bu bilinçli bir duruştur. Bu insanlar yüce fikirleriyle adeta yeni vatanlara göç etmişler ve bu yüzden de bu dünyada garip sayılırlar. Bunun ev ortamına (tedbiru’l-menzil) ve yönetime (tedbirü’l-medine) taşınması biricik idealidir, ülküsüdür. Erdemsiz devletin erdemliye dönüşmesi açısından bu bakış açıları son derece önemlidir. Dolayısıyla Fârâbî’de olumsuz “ayrıksı” görüşü İbn Bacce’de olumludur.
Görüldüğü üzere, Meşşailiği kurucu öğreti olarak görüp Müslüman filozofların sistem içinde kalıp birbirilerini eleştirmesi “özgünlük” açısından incelediğimizde, İbn Bacce’nin bakış açısını daha tutarlı buluyoruz. Türk felsefesi diye bir şey yok ve diyenlerde “ayrıksı”dır diyenlere İbn Bacce’den hareketle ne mutlu ayrıksı olanlara diyoruz.
Bu çerçevede Türkistan’da Arap, Fars kültürel söyleminin dışında gelişmiş “Türk” aklının ürettiği felsefi birikim ile Anadolu’da bulduğumuz kadim felsefi tasavvurları yeniden okumaya “giriş” yapıyoruz. Karşılıklı etkilenmeler, yorumlamalara dikkat ederek “Evrensel felsefede, öneminden ötürü Türk felsefesine vazgeçilmez bir yer sağlama çabası”na katkıda bulunmayı hedefliyoruz.
Türk Felsefesinden Kastımız
Türk felsefesinden, Türkçe varlık, bilgi ve değer üzerine düşünmek Türkçede kendini gösteren felsefeyi kastediyorsak ki bunu söylüyoruz; evet bu etkinliği sürekli kılmak gerekiyor. Türk tarihi ve coğrafyasında devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, dünyaya evrensel mesajlar verebilecek bir güçte, felsefenin diliyle anlatmanın imkânı böylece mümkün olabilir.
Türk kültür tarihinde devamlılık halinde tek ve süreğen bir Türkçe felsefe olduğunu söylemek zor, bunun bilincindeyiz; ama geçmişte bilgi, bilim, teknoloji kurgusunu yaparak bir medeniyet tesis edilmesi sürecinde âlimlerimizin neyi hangi dil ile söylediği, ne yapmak dilediğini ve neyi yapabildiğini incelemek gerekmektedir. Bu noktada siyasal olarak oldukça güçlü oldukları dönemde Türkçe düşünüp Farsça ve Arapça metinleri niçin ürettiğini anlamak, mahiyet-hüviyet, cevher-ilinek ilişkisini incelemekle olur. Bu jeo-felsefe, yani Türklerin sosyo-politik yapılarını, kültürel değişim ve dönüşümlerini araştırmak demektir.
Buradaki Türk felsefesi ibaresiyle felsefe açısından övünülecek bir düşünce ortaya koymayı kastediyoruz, Atayurt’tan getirdiğimiz ve farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerle yazıya geçirilmiş metinler ile Anadolu’da bulduğumuz felsefe kodlarına göre yeniden üretilen ve tüm dünya felsefesine açık bir tutum içinde olmaktır Türk felsefesi. Türkçe ürettiğimiz bu felsefenin insanlığın diğer coğrafyalarında üretilen felsefi bilgilerle çaprazlama okumalar yaparak evrenselleştirme gayretidir.
Buradan hareketle Türk tarihi ve coğrafyasında Türk düşüncesi ve Türk kültürünü dünyaya evrensel mesajlar verecek bir güçte felsefenin diliyle anlatımını Türkiye Cumhuriyeti ile başlatmak uygundur. Bu hususu bir sonraki yazıda daha ayrıntılı ele alacağız ama burada Türk felsefesi kavramsallaştırması bağlamında kısa bir bilgi vermek uygun olacaktır.
Bize göre, Türk felsefesinin Türkçe felsefenin resmi olarak başlangıcı Türkiye için bir varlık, Türk kültürü için bir etkinlik ve yaygınlık kazanması resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyladır. Bumin Kaan’ın kurduğu Göktürk Kağanlığı’nın (552-745), Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin doğrudan Türk ismini taşıyan devletler olmasında Türkistan-Türkiye irtibatının sürekliliği görülmektedir. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti “Türk Rönesansı”nın nihai halkasıdır.
Türk Rönesansı
Gazneli, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı Devletleriyle birlikte Türklerin kesintisiz hükümranlıkları 1918 yılına kadar devam etmiştir. “Türk Rönesansı” ya da diğer ifadeyle “İslam’ın manevi teceddüt döneminin Selçuklu yayılış çağıyla başlar ve XVI. asıra kadar devam eder. Avrupalı tarihçilerin bazılarının bu döneme “Türk Asrı” demesi bunu gösterir. Nitekim “Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada, eski medeniyet ülkelerinde, iç denizlerde ve pek çok kavimler üzerinde hüküm sürerken İslâm dünyasının geri kalan memleketleri de diğer Türk devletlerinin idaresinde bulunuyordu. Hindistan’da Bâbürlü ve İran’da Safevî şahlıkları, Türkistan’da ve Altun-orda’da başka Türk hanlıkları bulunuyordu. Böylece bu asırda Türk milletinin hâkimiyeti ve yayılışı Viyana kapılarından Ganj nehri vadilerine, Altay dağlarından Atlas dağlarına, İtil boylarından Habeşistan’a ve Büyük Sahra’ya kadar eski dünyanın yarısına kadar yayılıyordu. Avrupalıların Muhteşem dedikleri Kanunî Sultan Süleyman bu devrin ve Türk Cihân Hâkimiyeti davasının tâcını temsil eder.”
Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel sürekliliği derken bunu kast ediyoruz. Buradaki “sırrı” keşfetmek önemli. Çünkü birçok devleti farklı zaman ve mekânlarda farklı isimlerle/hüviyetlerle kuran zihniyete/mahiyete “Türk felsefesi” denir. Türk felsefesi Yapma sürecinin çağdaş tarihi ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyladır.
Selçuklu-Osmanlı kültürel birikimi üzerine kurulu olan Türkiye Cumhuriyeti’ndeki devamlılık sırrını iyi anlamaya yönelik ilk adımı da, “Kayıp Aydınlanma” olarak geçen ve birkaç yüzyıl süren kültürel filizlenme ürünü olarak Mezopotamya, Horasan ve İç/Orta Asya’da 1150 yılına kadar devam eden kültürel enerji birikimini incelemektir.
Türk Felsefesi ve Ödevimiz
Birçok alanda yeni krizlerle karşı karşıya olan insanımızı mutlu ve müreffeh kılacak, huzura kavuşturabilecek yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru üzerine düşünmek gerekiyor. Bunun yolu ata yurttan getirdiğimiz değerlerle, Anadolu’da bulduğumuz felsefi birikimin mukayeseli ve eleştirel bir şekilde okunmasından geçer.
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bağlamında Ata yurdumuz Türkistan’dan getirdiğimiz ve Ana yurdumuz Türkiye’de bulduğumuz fikri birikimi, burhan, cedel, hitabet/belagat ve şiir yöntemlerini kullanarak, mugalata/safsata yönteminin açmazlarına düşmeden yeni bir formda oluşturabiliriz. İşte bunu yapmak demek, varlık, bilgi ve değer bağlamında Türk felsefesini bir sistem felsefesi haline dönüştürmek için felsefe, kelam ve tasavvuf alanında üretilen metinleri Türkiye’de ve Türkçe yeni okumalara tabii tutmak gerekir.
Bu metinlerin üretildiği ortam ile bugün içinde yaşadığımız ortamın sorunlarına dikkat ederek, varlık, bilgi ve değer kavramlarını konuşulan ana dil ile temellendirmek şarttır. Tümel değerlerin (soyut ve aşkın olan verilerin) Anadolu insanı şahsında tikelleşmesi ve somutlaşması, diğer bir ifadeyle temalaşması için bu yapılmalıdır.
Bu gerçekleşirse, düşünceyi bulunduğumuz coğrafyada yaşayan insanların güncel sorunlarına çözümler üretilmesinde bir yol ışığı vazifesi görecek şekilde yeniden üretebiliriz. Bu gerçekleştiği zaman aynı zamanda yerli ve tikel olan tümelleşecektir. Bu da Türk felsefesini genel felsefe içinde önemli bir konuma getirecektir. Bu aslında Türklerin yurtluğu yeniden ihya etmek üzere bizzat kendi toprağına ait yerli (Hitit, Babil, Grek ve İslam düşüncelerinin) gücünü özgürleştirmek ve yeniden tümel/evrensel haline getirmek çabasıdır. Çünkü bu topraklarda, dünyanın önemli medeniyetlerini kuran düşünceler üretilmiş, Türkler, Selçuklu ve Osmanlı Devletleriyle Anadolu toprağını yeniden yurtlandırmıştır.
Felsefenin artık salt nesne (Arapça metinler) değil de kavram üzerinden Türkiye’de Türkçe ile yeniden yurtlanması Anadolu’nun birikimini Türk Felsefesi adıyla insanlığa sunması demektir.
“Türk Felsefesi”ni felsefe tarihi açısından etkin ve etkili kılmak da temel ödevimizdir.
Sonuç Yerine: Bu okumalardan amacımız, Türk felsefesine öneminden ötürü evrensel felsefede vazgeçilmez bir yer sağlamaya katkı sağlamaktır.
Nermi Uygur’un ifadesiyle “Bu amacı gerçekleştirme olasılığını artırmak için de, Türk felsefesi başka felsefelerce uzmanca ilişkilere girmeye yönelmeli; bu ilişkileri canlı, katkılı kılmanın yolları aranmalıdır. Giderek Türk felsefesi, özellikle insanlar (toplumlar, uluslar, kültürler) arasındaki haberleşme, bildirişim araçlarının durmadan yetkinlik kazandığı çağımızda, başka gelenekler doğrultusunda felsefe yapanlar için seçkin bir kaynak durumuna getirilmelidir.”
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
HLotus