Suzan Çataloluk’un kaleme aldığı haberiniz.com’da yayınlanan Edebiyattan Fiziğe, Fizikten de siyasete uzanan “Sonbahar Yağmurlarında Kaç Quark Vardır Acep…” başlıklı yazıyı dikkatlerinize sunuyoruz:
Bir sonbahar günüydü. İnceden inceye yağan yağmur damlaları farkında olmadan ağlayan insanların göz yaşları gibiydi, ıslandığınız anlamıyordunuz.
Ama yağmur birden hızlandı. Şemsiyemi unutmuştum. Daha fazla ıslanmayı göze alamadım. Tanıdık bir kitapçıya girip eski kitapların bulunduğu raflara yöneldim.
Çok farklı kitaplar yan yana idi. Sanki çok eski, yıpranmış, ama yaşamaya, ayakta durmaya çalışan eski konaktı onlar ve eski güzelim gizli bahçeleri, o bahçeler içinde o güne kadar görmediğim güzellikte çiçekleri, cennetten gelme bülbülleri vardı.
O esrarlı ve saklı bahçelerin üzerindeki süslemeleri hâlâ pek hoş olan eski tahta kapılarından içeri girersem bana hangi sırlarını anlatacaklardı acep?
Uzandım, küçük bir kitabı aldım. Birileri okumuş ve kimi sahifelerin kenarına tarih düşmüştü.
Ardından birini daha aldım raftan. Kapağı yoktu. Son sahifeleri kim bilir nerede, hangi arsızın ellerinde yitip gitmişti. Üstündeki ithaf satırları dikkatimi çekti, okudum, içim titredi. Artık mürekkebi sararan yazıda şöyle deniyordu:
“ Sevgili Talebeme,
Esrarlı ve sonsuz dünyaları keşfetmesi dileğiyle sevgiler. Edebiyat öğretmenin Rüveyda… 6 Aralık 1965”
Kitabın konusu “Parçacık fiziği“ idi.
Şaşırmıştım: Edebiyat öğretmeninden beklenen daha çok edebî bir eserdi, şiir kitabı gibi, roman gibi.
Düşündüm: Acaba bu sevgili hoca şu anda hangi mekandaydı ve hangi zamanda, yoksa zamanın bittiği o sırlı yerde miydi?
Hediye edilen kitap bu dükkana geldiğine göre, neler olmuştu?
Birinci sahifeyi bir solukta okudum, sonra ikincisi geldi, üç, dört, beş ve altı ve yedi…
Kitapçıya bir sandalye sordum, bana üzerinde eski bir halı parçası olan tabureyi uzattı. Oturup okumaya devam ettim. Merakım daha da arttı: Acaba kitabın bir yerlerinde bir şerh var mıydı ?
İleriki sayfalara göz atınca pek şaşırdım: “Büyük Çöküş- Big Crunch” adlı bölümün altına şöyle bir satır yazılmıştı:
“İbrahim Suresi 48. Ayet: O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülürler ve tüm insanlar tek ve ezici iradeli Allah’ın huzuruna çıkarlar.”
Tam o sırada bir ses beni sayfalardan ayırdı:
“- Salih amca, dün bir kitap görmüştüm. Şu eskilerin olduğu yerdeydi.”
Bana doğru gelen gencecik kız elimdeki kitabı görünce durdu. Şaşırmıştı.
“-A! Benim dün baktığım kitap! Yoksa aldınız mı?”
Göz göze geldik. Bakışlarından hayal kırıklığına uğradığını anladım. Küçük kitap kurduna kıyamadım. Kitabı ona uzattım.
Dışarıya çıktığımda hava çoktan kararmış, yağmur durmuştu. Yavaş yavaş yürümeye başladım, aklımda hep o kitap ve İbrahim Suresi 48. Ayet: ” Yerin başka yer, göklerin başka gök olduğu zaman…”
Ardından, bu muhteşem Ayet, bana olağanüstü bir rüyayı hatırlattı: Nobel Fizik ödülünü alan ve aslı Tuva Türklerinden olan bilim adamı Murray Gell Mann’ın rüyasını. Hani şu ünlü quarkların isim babası ve şair James Joyce’ın yazmadığı şiirini okuyan ünlü fizikçinin sıra dışı düşünü.
Ve…
Gell Mann uyandığında bu garip şiiri hatırlayamayıp tekrar uyuyor, o ihtiyar yine rüyasına giriyor, şiiri ezberletinceye kadar düş tekrarlanıyordu.(1)
Gell Mann, bu olağanüstü düşten yola çıkarak keşfettiği parçacıklara “quark” adını veriyor, bu keşif ilim dünyasında büyük bir yankı yapıyordu.
Atom’un mekanda kapladığı yer cm’nin 100 milyonda biri kadar. Atom çekirdeği ile etrafında dönen elektronunu birbiriyle kıyaslarsak: “Bir atom çekirdeğini orta büyüklükte bir karpuz gibi düşünürsek, elektron bu karpuzdan 10 km ötede bulunan nohut büyüklüğünde olacaktır. Bu ölçeğe göre 10 kilometrelik bir mekan içinde hiç ama hiçbir şey yoktur. “(2) Yani yarıçapı ortalama 10 kilometre olan bir daire, merkezde orta büyüklükte karpuz ve dairenin sınırında müthiş bir hızla dolanan bir nohut tanesi!
Üstelik, bu karpuz yine küçük parçacıklardan oluşuyor!
Parçacıklar sadece bu kadar mı? Elbette hayır! Neler, neler yok ki! Quarklarla birlikte leptonlar, mezonlar, gulonlar, gravitonlar, muonlar,baryonlar, (3) daha neler neler…
Ah o başıboş parçacıklar ve “Belirsizlik İlkesi”… (4)
Ve…
Bu parçacıkların mekan ve zaman boyutlarında aldıkları konuma göre hızları, inanılmaz! Bazen ışık hızına yakın dönüp duruyorlar!
Düşünelim, yemek yiyoruz: Pek hoş, çeşit çeşit lezzetler, etlisi, sütlüsü, tatlısı. Uzanıp misler gibi kokan karanfilli sütlaçtan bir kaşık aldınız: Süt ve pirinç, şeker v.s.. Bir kaşık sütü düşünelim, nelerden meydana geliyor: Protein, kalsiyum, fosfor, A vitamini, bazı B vitaminleri…
Proteinler: Amino asitlerin zincir halinde birbirlerine bağlanmasından oluşan büyük organik bileşik….
Yani, neticede karşımıza çıkan Karbon, Oksijen, Hidrojen, Azot, v.s.…
Yani… Çekirdeklerindeki pozitronları ve elektronları farklı oldukları kabul edilen, 10 km kare alandaki boşlukta bulunan orta büyüklükteki yalnız karpuz ile 10 km uzağında ama etrafında çılgın bir hızla dönen nohut taneleri!!! Onları da meydana getiren quarklar!
Quark’ın ağırlığını düşünelim: Hiç mesabesinde!
Hiçlik, Varlık ve biz!
Hiçlikten var edilen varlık…
En küçük sancıda kıvrandığımız şu bedenimiz ne kadar da kuvvetli ve oturaklı görünüyor değil mi? Oysa ne büyük boşluklardan meydana gelmiş..
Ya ağacımız, çiçeğimiz? Ya çeşit çeşit hayvanlarımız, dünyamız, güneşimiz, Samanyolu Gökadamız… Andromeda Galaksisi…
Kimi kaynaklara göre Samanyolu gibi binli milyar sayılarda galaksiler var ve her birinin arasındaki mesafe milyarlarca ışık yılı…
Ya Kara madde, kara enerji, her şeyi çekip yutan, ışığı bile emen karadelikler…(5)
Ya paralel evrenler…
İşte tam da bu sırada yine muhteşem bir Sure ve Ayetlerinden biri aklıma geliyor: Yüce Allah Rahman Suresi 29. Ayette diyor ki:
“Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan ister. O, her an yaratma halindedir. “
Ya Sıfır noktası, Pi sayısı, Planck Sabiti, Hilbert Uzayları..
Hilbert uzaylarında maddeleşen, ileri geri giden, yukarı aşağı hareketlenen zamanlar?
Kaç an var aynı anda yaşanan?
Ne diyordu o alim kişi, Süleyman Peygamber Saba Melikesi Belkıs’ın getirilmesini istediği zaman :
“-Ben, onu gözünü kapayıp açmadan sana getiririm.”(bkz: Neml Suresi 40. Ayet)
O alim kişi nasıl bir zaman kullandı? Zaman mı, zamanlar mı? Yüce Allah nasıl bir ilim bahşetti ona?
Ve….
Yaratılış… Yüce Allah’ın Yasin Suresi 82. Ayette buyurduğu gibi O’nun sadece “ol” emri yaratılmaya yetiyor. Zerreden kainatlara kadar, andan çok ama çok daha küçük bir zaman aralığında, yoktan var ediliyor. Bu emir Bing Bang Teorisini de açıklıyor! Bu konuda ünlü fizikçi Paul Davies şöyle diyor: “Çağımızın en önemli bilimsel keşfi Evrenin yaratılmasıdır.”(6)
Ve…
Evren ilahi emirle genişliyor, hep hareket halinde ve müthiş bir hızda! Yüce Allah’ın ayetlerindeki sırlar, her bilimsel buluşta nasıl da açığa çıkmakta… Misal verirsek, Yasin Suresi’nin 38. ayeti güneşin istikrar için- durma zamanına kadar- bir istikamete doğru yol alışını çok açık bir dille anlatılmaktadır.(7) İlim de Samanyolu Gökadasının ve evrenin genişlediğini söylüyor.
Ve…
Bütün bu harikulade düzen ilahi kanunlarla yürüyor. Hiçlikten var olan bu muhteşem kainatlarda ve zamanlarda belli kuvvetler ve onlara bağlı yasalar hiçbir sapma olmadan işliyor.
Ama…
Bu akıl almaz büyüklükteki kainat ve paralel evrenlerde, yaratılan bir sürü zaman içinde, bize ayrılan nokta kadar mavi gezegende, Yüce Rabbin eşref-i mahlukat olarak yarattığı şu insanoğlu, kendisine emaneten verilen ve bize soyut olarak bildirilen zamanı nasıl kullanmaktadır?
Maddeyi, enerjiyi, yani hiçliği, varlığı nasıl kullanmaktadır?
Hızı nasıl değerlendirmekte, ruhuna fısıldanan, aklına bildirilen, gönlüne indirilen, gözlerine sunulan, eline verilen imkânların kanunlarına uymakta mıdır?
Hüzünle gülümsediniz değil mi?
Uymayı bir tarafa bırakalım, uluhiyet iddiasında bulunup kendi aşağılık kanunlarını da dayatmaktadır üstelik.
Misal mi? Ah ne çok, ne çok!
İlahi kanunlar adalet demektir, eşitlik demektir, hak ve hukukun evrensel olması demektir. Yani, aç kalan insanı doyurmanın yanında diğer canlı formlardan da mes’uldür insan.
Siz, açlıktan ölen insanları bırakıp kubbeleri altından saraylar, geceliği binlerce dolarlık oteller yaptırıp yalancı tanrılık iddiasında bulunacaksınız;
Halkınızı inim inim inletirken devletin paralarından çalıp kefere bankalarında kendinize hesaplar açtıracaksınız;
Size, kuvvetli olduğunuz zamanlarda temenna taklaları atan yandaşlarınızı zengin edeceksiniz;
Devlet sizin şahsi çıkarlarınızın ve kibrinizin aleti olacak;
Size muhalefet edenleri ya hapislerde süründürecek veya süreceksiniz;
Her şeyde benlik iddiasında bulunup şeytanınıza uyacaksınız;
Yüce Rabbin ilahi kanunlarıyla binlerce yılda meydana gelip size emanet edilen bütün güzellikleri çeşitli günah vesileleriyle yok edip, bu dünyada elinize bırakılan bütün canlıları bir kalemde ve menfaatiniz için yok etmeye karar vererek bu kararı hızla uygulayacaksınız;
Bezm-i Elest’te Yüce Rabbe söz verdiğini hatırlayan ruhunuz bir kenarda hüsranla ağlarken, siz şeytana uyan nefsinizle Yüce dinimizi de bozmaya gayret edip kefere ile onun raksını yapacaksınız!
Niye Mısır böyle, Libya’daki isyanda niye yüzlerce insan katledildi Kaddafi firavunu tarafından, niye paramparça İslam Alemi?
Kibri, aç gözlülüğü, ahlaksızlığı yüzünden ayağı kayıp tepe taklak olan veya olmak üzere olan bu sultan ve lider bozuntularına şu soruları sormak lazım:
Nerede ruhlarınız, nerede melekleriniz size yol gösteren?
Yanınızda yok değil mi? Çünkü siz onları nefsinizin gayya deresine hapsedip üstüne kibir ve riya, münafıklık kilitlerini vurdunuz.
Pekiyi, bu iktidarlar böyle devam eder mi? Etmeyecek! Edemez!
Sır sahibi, halka hizmeti Hakk’a hizmet bilen devletluların boyunları hep büküktü.
Allah’ın kanunlarına uymada bir hata yapmamak ve nefislerini hep köreltmek için çok mühim bir hatırlatma onlara hep yapılmalıydı: Çocuk sesiyle ünletilen “mağrurlanma Padişahım, senden büyük Allah var” sözleri hep gönüllerine ve ruhlarına işlerdi…
Büyük devletlerin liderleri ne zaman ki bu doğru ve ilahi yoldan ayrıldılar, kendi çöküşlerini de hazırladılar, devletlerinin yıkılışlarını da, milletlerinin parçalanışını da…
Unutmayalım ki beynimizdeki hafıza hücreleri hep çekimde, ellerimiz, parmak uçlarımız, gözlerimiz, omuzlarımızdakiler hep yazıyor!
Şişen kainat, yakın ya da uzak zamanın bir yerinde, bir anın bilmem kaç bol sıfırlı rakam aralığı kadar küçücük bir diliminde, hızla geri çöküp yaratıldığı o noktaya geri döndüğünde, koca kainat sonsuz küçüklükte kapkara ve tek bir nokta olduğunda, yani , büyük çöküş – big crunch- bittiği zaman….
Evet, o zaman, o küçük kapkaranlık nokta ileriye doğru her şeyi püskürtüp, zamansızlık başladığında, yani İbrahim Suresi 48. Ayet tecelli ettiğinde, biz baş rolünü oynadığınız kendi hayat filmimizi, dünyaya inmiş bütün insanlıkla birlikte seyredeceğiz!
Ne diyordu 48. Ayet:
“O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülürler ve tüm insanlar tek ve ezici iradeli Allah’ın huzuruna çıkarlar.”
Şimdi kimileri diyecek ki o zamana daha çok var!
Öyle mi dersiniz?
1000 yıl yaşayan, İfrite ve cine hükmeden, evrenlerin dilini bilen Süleyman Peygamber ve Saba Melikesi nerede?
Geriye bir dönüp bakınız, daha dün annenizin kucağında değil miydiniz?
Sahi, Rüveyda öğretmen nerede, öğrencisi nerede?
Ya gelmez zannettiğimiz yarın.. Geldi bile…
Çünkü siz bu satırları okuyorsunuz..
O zaman…
Ne dersiniz, konuya devam edelim mi?
1-Taşkın Tuna:Sonsuz Uzaylar, İstanbul, 1998, s.33
2-Taşkın Tuna:a.g.e. s.33
3-Gerard’t Hooft: Maddenin Son Yapı Taşları, ,1998, TÜBİTAK Ankara,s.40-41
4-Roger Penrose: Fiziğin Gizemi, Kralın Yeni Usu, 1998,TÜBİTAK, Ankara, s. 122-124
5-John Taylor: Karadelik, 1983, İstanbul, s.65
6-Taşkın Tuna: Uzayın Sırları,1992,İstanbul, s.161
7-Süleyman Ateş:Kur’an- Kerim ve Yüce Meali, s.441
HLotus