Ah Endülüs!
Bu sıralar Endülüs’e kafayı takmış durumdayım. Niye mi? Hiç bilmiyorum. Belki de ta lise çağlarımdan bu yana Endülüs’le ilgili bilinçaltıma yerleşen bir hayranlık duygusunun ve bu muhteşem medeniyetin çöküp İspanyollar tarafından dibinin kazınmasının -ki Engizisyon’un en acımasız yağma ve işkencelerine rağmen Endülüs ruhu hâlâ yaşamakta- zihnimde oluşturduğu hüzün bulutlarının yoğunlaşıp kalemime ve oradan da kâğıda yağma isteğinin vücuda gelişinin bir neticesiydi bu…
Yazarlığın sağı solu belli olmuyor. Gün geliyor, zorluyorsunuz ve zorluyorsunuz bir cümle bile kâğıdın üzerinde hayat bulmuyor. Biraz daha zorladığınızda ise saçma sapan, yapay, ruhsuz, mesnetsiz, cansız ve ayağı yere basmayan sözcüklerden mürekkep bir karışım dökülüyor kaleminizden. İşte o anda kalemi bir kenara atmanın ve ruhunuzdaki yazma heyecanını tekrar canlandırmak için kâinat kitabının akışına kendinizi bırakmanın zamanı geldiğini anımsıyorsunuz.
Biz yazarların ruhu bebek gibi… Çabuk alınırız; darılır, çabuk çökeriz vesselam. Aynı şekilde çabuk coşarız, az önceki dibe vuruşumuzu bile şaşkınlığa sevk edecek kadar. Gecenizi gündüzünüze katıp heyecanla kâğıtla, kalemle, klavyeyle hemhal olduğunuz o esriklik lahzalarının sancılarından sonra, muhteşem “doğum” gerçekleşir. Artık eseriniz ortaya çıkmıştır. Heyecanla tekrar tekrar okursunuz, tekrar tekrar düzeltirsiniz. Heykeli yontmuşsunuzdur, lakin ince işlemeler olmadan heykeliniz ruh ve anlam kazanmaz. İnce ince, iğneyle kuyu kazar gibi, dantel işler gibi tekrar gömülürsünüz cümlelerinizin arasına… Bu esnada çalan bir kapı, yere düşen bir kâğıt bile zihninizin darmadağın olmasına sebeptir. Çünkü siz, cümlelerinizin arasına gömüldüğünüzde gerçek hayattan kopar, yazdıklarınızın içerisinde yaşamaya başlarsınız. En ufak bir ses, bazen küçük bir fısıltı; eşinizin, çocuğunuzun size seslenişi bile zihninizde korkunç bir gürültüye dönüşür ve siz eserinizin dünyasından gümbür gümbür, dolana dolana, debelene debelene bedeninizin bulunduğu dünyaya sert düşüşler yaşarsınız.
Eğer ecel vakti size ulaşmamışsa bir şekilde bitirirsiniz artık kitabınızı… Yüce idealler, yüksek hayaller, edebi heyecanlar, yazma aşkı derken işin yayın kısmı başlar. Sizin o madde üstü, ruhlar âleminden aldığınız ilhamlarla “kalem”e döktüğünüz naif satırlar artık bir kitap olmuştur. Sevinmeli mi, üzülmeli mi? Zira artık bir “kitap” olan eseriniz, ne yazık ki kapitalist dünyada pazarlanması gereken bir “meta” haline gelmiştir. Evet; ne hayallerle, ne yüksek duygularla yazdınız onu ama bunu kimse anlamaz. Kitabınız, bir paket sigara fiyatına satılır ama bir paket sigara değerinde görülmez. Kapağı renkli ve çekiciyse, sosyal medyada kendinizi şişirdiyseniz ya da kitabınızı pazarlayacaklara el altından milyon-milyarları takdim ettiyseniz, belki satılır. Başka türlü size kapısını açmaz yayın ve dağıtım dünyası… Telefon edersiniz “meşgulüz, mail atın” derler. Attığınız mailler de “spam” ya da “gereksiz” ve hatta “çöp” klasörünün daimi misafirlerinden olup, orada eriyip giderler.
Her neyse; konumuz bu değildi sanırım… Endülüs’ten bahsediyorduk.
Yazar kardeşim Erol Afşin Beyefendi, Endülüs’le ilgili araştırma yaptığımızı duyunca bana İhsan Süreyya Sırma’nın “Ah Endülüs” kitabını hediye etti sağ olsun. Benim yöntemim şöyle: Bir kitabı alır ve hızlıca okurum, sonra bir kez daha yavaş yavaş ve sindire sindire okurum. Üçüncü tura geldiğimizde kitaptan notlar alarak, satırların altını çizerek, düşünerek, muhakeme ederek ve kitapta geçen hususların bir kısmını internette araştırarak kitabın altını üstüne getiririm. Ne yapalım; bazıları belki bir okumayla kitabı hıfzedebilir. Ben ancak üç turda kitabı beynimin midesinde sindirebiliyorum. Kapasitem bu 🙂
700’lü yıllarda birkaç sene içinde Müslümanlarca fethedilen İspanya, dünyada belki de eşi benzeri görülmemiş bir medeniyetin de beşiği olmuştur. Sanatın, musîkinin, ilmin, felsefenin ve hikmetin tavan yaptığı, düşmanlarının bile kendisine gıpta ettiği bir yüksek medeniyettir Endülüs. Ne yazık ki bu yüce medeniyet kendiliğinden bir çırpıda çökmemiştir. İşin arabesk yanına takılırsak “ah Endülüs, vah Endülüs” demek kolaydır. Yaklaşık 800 yıl süren bu yüksek İslam Medeniyeti’nin çöküşü, ne yazık ki iç çekişmeler ve taht kavgalarından saltanatı koruma adına düşmanla yapılan işbirliği ihanetlerine, “biz” lik kavramından “ben”lik kavramına, ırk, soy sop üstünlüğünün mücadelesine, zevk ve sefaya dalışın gafletine uzanan hazin bir hikâyenin mahsulüdür.
Bu yazımda Endülüs’ü tamamen anlatmam mümkün değil. Ve hatta bir kitapla bile bunu anlatamam. Allah ömür verirse birden fazla, belki üç, belki beş, belki de onlarca eser ortaya çıkarabilirsem belki Endülüs’ü bir nebze olsun anlatmayı becerebilirim.
Unutulmamalıdır ki, bugünkü İspanya cevizin kabuğudur. O kabuğu kırdığınızda karşınıza yine Endülüs çıkar. Öyle ki, Kurtuba’da, Granada’da, Sevilla’da, Barselona’da ve hatta Madrid’de bile yapılmış sürüyle tarihi binaların, sokakların, çarşıların temeline indiğinizde, Endülüslü Müslümanların emeği, kokusu, alın teri ve ne yazık ki kanı ile yüzleşirsiniz.
1492 yılında resmi olarak dönemi kapanan ve yıllar boyu kökü kazınmaya çalışılan, yüz binlerce kitabı yakılan, kadınlarına tecavüz edilen, engizisyonlarda inim inim inletilerek katledilen Endülüs insanlarının ruhu o topraklarda her daim yaşıyor ve gün gelecek; evet böyle inanıyorum, Endülüs tohumu tekrar neşv-ü nema bulacak…
İhsan Süreyya Sırma Hoca’nın kitabına gelince, gerçekten beğendim. İnce bir kitap… Kaliteli bir baskı… İlk bölümde Endülüs tarihi özetleniyor, ikinci bölümde ise Hoca’nın Endülüs seyahatlerinden izlenimleri barındırıyor.
İhsan Süreyya Sırma Hoca’nın deyimiyle Müslümanlar “taht kavgalarına, iktidar ve saray entrikalarına başlayınca, ya da Allah’a ve insanlara karşı olan sorumluluklarını bir tarafa bırakıp zevk-ü sefaya dalınca, düşmanları karşısında her gün yenile yenile küçülmüşler ve nihayet İspanya tarihinden silinip yok olmuşlardır.”
İspanyolların “reconquista/yeniden fetih” hareketiyle gerçekleştirdikleri soykırımın, kendi içlerinde gaflete düşmüş Endülüs Müslümanlarından istedikleri şey, tek cümle ile şöyleydi:
“Ya Hıristiyan olup vaftiz edileceksin veya üç gün içerisinde İspanya’yı terk edeceksin veyahut öldürüleceksin.”
Netice:
1. Çok azı müstesna Müslümanlar vaftiz edilmeyi kabul etmediler.
2. XV. Yüzyılın şartlarında, hem de üç gün içerisinde kim İspanya’yı terk edebilirdi? Edemediler.
3. Yukarıdaki iki şartı yerine getirmedikleri için de Endülüs Müslümanlarından dağlara sığınanlar hariç, tamamı İspanya’daki papazların fetvaları ve Hıristiyan krallarının emriyle soykırıma tabi tutuldular.[1]
Ebu’l Bekâ Er-Rindi’nin “Endülüs’e Ağıt”ının sonunda ise şu içli dizeler, yaşanan vahşet ve acıya tercüman olmaya çalışıyordu:
İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler.
Kirli yataklarına…
Haykırışları yırttı gökleri; yürekleri parça parça…
Babalarsa kan kustu!
Bugünkü Müslümanların durumuna baktığımda; iç çekişmelere, mezhep kavgalarına, bir beraber olamamalarına, bilakis birbirlerine husumet besleyişlerine, iç savaşlara, bölünmüşlüklere, sen-ben davasına, ırk, soy, mezhep üstünlüğü savaşlarına, ihanetlere, din adına sömürülere, katliamlara, çocukları yetim-öksüz, kadınları ersiz, yurtsuz bırakmalarına, yalana, dolana, talana ve tüm bu kokuşmuşluklara baktığımda Endülüs’ü hatırlıyor ve kötü akıbetten korkuyorum…
Selçuk Alkan
14 Mayıs 2015
Malatya
– Haber Lotus –
HLotus