Ana Sayfa > Gündem > Bir Sosyal ve Siyasal Kimlik Tartışması Olarak Müslüman Demokrat

Bir Sosyal ve Siyasal Kimlik Tartışması Olarak Müslüman Demokrat

Giriş:

Son günlerde, mevcut hakim siyasal paradigmayı merkeze alarak “İslamcılık, değişim, dönüşüm, başkalaşım tartışmaları yeniden alevlendi. Bu kavramsallaştırmalar 1980 sonrasında üniversite gençliği arasında oldukça revaçtaydı ve basına baktığımız zamanda genelde o dönemi bilfiil okur ve yazar olarak içselleştirmiş kişiler olduğunu görüyoruz. Tartışmaları okuyunca, “Bir Sosyal ve Siyasal Kimlik Tartışması: Muhafazakar Demokrat mı; Müslüman Demokrat mı?” konulu (Muhafazakar Düşünce. Yıl. Sayı.1. yaz. 2004. 165-177) yazıyı yeniden paylaşmak istedim.

Türkiye siyasi tarihinde uzun bir süredir ilk defa AKP, tek başına iktidar olmayı başardı. Pratikteki başarısını teorik olarak da temellendirmek amacıyla Dr. Yalçın Akdoğan’a “Muhafazakar Demokrasi” adlı kitabı yazdırdı. Sayın Başbakanın kitabın önsözüne yazdığı, “Siyaset yaptığımız coğrafyanın toplumsal ve kültürel değerlerine yaslanmak, “yerli ve köklü değerler sistemimiz”, “kendi düşünce geleneğimizden hareketle” ibarelerinden anladığımız kadarıyla “Yerli bir Siyasal Hareket”in evrenselleştirilmesi kaygısı var. Felsefenin tanımlarından birisi de, kaygıları paylaşmak olduğuna göre, “Muhafazakar Demokrasi” kavramsallaştırmasının  “Türk Muhafazakârlılığı”na olası katkısını tartışmak gerekir. Zira; “Yerlilik” aşırı-radikal İslamcı çerçevesinden sağ-muhafazakar çerçeveye taşındı. Önceden sağ siyasetin muhafazakar milliyetçilik şeklinde popularize ettiği, Tanzimattan itibaren toplumda belirmeye başlayan hem yabancı bir kültür dünyasına karşı kültüre; hem de bunun taşıyıcıları olarak gördüğü kesimlere karşı toplumsal tepkinin yeni bir ifadesi olan yerlilik,[1] AKP genel başkanı ve Başbakan Sayın Erdoğan’ın ifadesiyle tekrar ve yeni siyasal/kültürel biçimler alacağa benziyor.

 

I.Yeni Bir Siyasal Okumanın İmkanı

Osmanlı-Türkiye geçiş sürecini düşündüğümüzde, ilk seçim 1877 yılında yapıldığına göre 137 yıllık bir parlamento geleneğimiz var. 1946 seçimleriyle birlikte bunun 58 yılı ise çok partili olan bu geleneğe rağmen, maalesef demokratikleşme sürecinde önemli mesafeler kat edemediğimiz bir gerçek. Bununla birlikte, uzun yıllar Müslümanlıkla özdeşleşmiş, dini ve milli değerleri hakkında oldukça “muhafazakar” olan bir millet olan Türklerin bu özgün ve özgül niteliğini yeniden okuyarak, bir siyasal akım oluşturulma gayreti önemsenmelidir. Çünkü yerli refleksleri devre dışı bırakan bütün projeler akim kalmıştır. Burada “yerli” kavramından kasıt, “yabancı”nın karşıtı değildir, “öteki”dir:  Bu nokta önemli, zira “Yabancı”nın karşıtı olarak düşünülürse, tek tipleştirme, içe kapanma ve dışlama söz konusu olabilir. Halbuki, “öteki” kavramında, farklılık, özgün ve özgüllükleri korumak için değerleri savunmak; baskın kültürlere teslim olmamak için araya bir filtre koymak; yani bir nevi muhafazakarlık vardır. Diğer “öteki”lerle bir arada yaşayabilme çabası ağırlıklıdır, dışlayıcılık yoktur. [2]

Bir haklar toplamı olarak değerlendirilen demokratik ilkeler, belirleyici yerli unsurlar dikkate alarak yorumlanarak uygulandığı zaman halkımız tarafından benimsediği görülmektedir. Diğer bir ifadeyle İslam’ın temel ilkelerini, insanlığın evrensel birikimlerini göz önünde bulundurarak yeni bir yorumunun pratiğini, kendi tarihsel-toplumsal sürecimizi yeniden okumak, geniş kabul görmektedir. Modern dünyada Müslüman toplumlarının parçalı yapısı, İslam’ın temel ilkelerinin yerel şartların çeşitliliğine uyarlanması gereğini de ortaya çıkarmıştır.”[3] Küresel ile yerel arasındaki ilişki diyalektiktir. Bunlar arasında çok farklı türden eklemlenmeler olabilir; “küresel süreçler, kendisini oluşturan yerel yapılarla diyalektik biçimde eklemlenerek dönüşür”[4] Diyalektik gereği, bu süreç sonunda dini ve milli verilerin yerli; yani Anadolu merkezli yorumlarını evrenselleştirici yeni sentezlerine ulaştırma ihtimali belirebilir.

İnsanlığın birikimine bu yerli ve yerel özgün yorum ile katkıda bulunabiliriz. Üstelik bu yorumun/sentezin nihai anlamda tekrar bir “tez” şekline bürünmesi, yeni yorumlar üretme mecburiyetini getirmesi, düşünme ameliyemizi eleştirel kılacak, hatalarımızı giderme ihtimalini gündemde tutacaktır. Bu ise “ne yapalım, sizin genel ilkeleriniz böyle ama benim topluma ancak bu kadar demokrasi yeter”şeklindeki açıklamaları/mazereti de anlamsız kılar. Yerel ve içe kapanmadan yerli/tikel olanı evrenselleştirmenin yolu, yerli-yabancı karşıtlığından kurtulmakla olur. Bu nedenle, yerli olanı anlamanın anahtarının evrenselde olduğunun idraki gerekir.[5] Bu çerçevede yerlilik, muhafazakarlığı tanımlarken kullanılan anlamda herhangi bir disiplin  veya bir alanın kurucu unsuru veya bir “düşünce üslubu” olmaktan öte kültürel bir tutum ve tavır, fikri bir iddiadır. Burada bir içe kapanma, tepkisellikten ziyade küresel/tümelin temsil ettiği değerler karşısında radikal demokratik dönüştürücülük potansiyeline dair yeni bir okumadır söz konusu olan.[6]

Bu noktada ortaya çıkacak göreceliliği ve içe kapanmacılığı engelleyen “evrensel ölçüt”, “iletişimsel rasyonalite”dir. Yeni bir  siyasal okumanın içeriği, insanın özgür ve rasyonel davranan bir birey anlamında kendi potansiyellerini gerçekleştirmesiyle mümkün olacaktır. Bu tespit, aynı zamanda, kişinin kendi tarihselliği/yerliliği içinde rasyonalitesini  belirleyeceğini; küresel denilenin de, bir bakıma, bu tikelliklerin birbiriyle çeşitli şekillerde eklenmiş şekli olduğunu söylemek demektir.Bununla birlikte, siyasal ve toplumsal her oluşumun kendi içinde benzersiz olduğunu kabul etmek; onu rasyonelleşme, demokratikleşme standartları açısından yorumlamaya ve eleştirmeye imkan sağlayıcı ilkeleri ihmal etmeyi getirmez.

Bu bağlamda, bütün kültürleri birleştirmeye çalışan total bir anlayış yerine, farklılıkları korumak, ona saygıyı içe kapanmadan temin etmeye çalışmak  için başka bakış açıları aramak gerekmektedir. İşte bu noktada, kültürler arası etkileşim ve bunun sonucundaki dönüşüm üzerinde durmak gerekiyor; çünkü kültürler kendi aralarında aynı biçimde ve aynı düzeyde farklılaşmamaktadır. Kültürlerin yerelliği bu bağlamda, yeni bir duyarlılıktan (Muhafazakar ya da Müslüman Demokrat gibi) söz etmek demektir. Diğer bir ifadeyle, her şeyi belirleyen evrensel Batılı akıl yerine; dini ve milli değerleri önceleyen yerli akılların ürettiği kültürlerin baskınlığından söz ederek, Türk Muhafazakârlığı tasavvur etmek demektir. Yerlilik, bu anlamda, sağ muhafazakar tasavvur ile uyum içindedir. Fakat bunun Mert’in iddia ettiği gibi,[7] evrensel olana karşıtlık ve içe kapanma, Batılı düşünce ile özdeş olarak sunulan evrenselliğe ret gibi bir popülizm yoktur.

 

II. Sosyal ve Siyasal Bir Kimlik Arayışı Olarak “Muhafazakar Demokrat”

Laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olarak Anadolu’da kurulan Türkiye, Osmanlı’dan tevarüs ettiği geleneksel yapıları yeni bir kimlik ile ifade etmeye çalışmıştır. Bu sosyal ve siyasal kimlik edinme sürecini yeni şartlar ışığında okumak gerekir. Bunu yapmalıyız, zira “(D)ünyayı uluslar ve ulusal kimlikler düzeyinde örgütleyen kapitalizmin yapısal değişiklikler geçirerek yeni politikalarının şifrelerini çözmek şarttır. Ayrıca sermayenin dünyadaki yeni dolaşım güzergahları, birden fazla aidiyeti içeren yeni kimliklerin keşfiyle yakından alakalı. Bu bağlantıların kurulması, sonuçları can sıkıcı olmakla birlikte son derece önemli gözüküyor.” [8]

Sosyal/kültürel ve siyasal kimlik meselesine iki ana yaklaşım vardır. Bunlardan ilki olan pozitivist/rasyonalist yaklaşıma göre, insanların içinde saklı duran, onların birarada tutan ve belirli bir tarihsel öz ile sabitleyen, “bir tür kolektif gerçek benlik”tir. Ötekileştirici ve nesneleştirici bu bakış açısına göre, kimlik talepleri kaçınılmaz olarak denetlenmesi gerekir.[9]

Eleştirel kuram açısından bu meselede, birbirleriyle farklılık gösteren yaklaşımlar vardır. Kimlikler tarihsellik, ilişkisellik ve çok boyutluluk üzerinde durulur. Dolayısıyla, kimlikler farkla ilişkili tarihsel ve söylemsel olarak kurulmuş tasarımlar olduğu için yeniden tanımlanabilirler ve bağlamsal olarak değişebilirler. Bu anlamda, kimliklerin sabit bir özü yoktur, dolayısıyla kimlik talepleri ontolojik bir sabitliği olmayan, bağlamsal olarak kurulmuş taleplerdir. Eğer kimlik talepleri ontolojik bir veri olarak değil de, tarihsel ve söylemsel olarak kurulmuş taleplerse, o zaman bu kurulma sürecinin neleri içerdiği, hangi bağlamlar içinde oluştuğu ve hangi söylemler yoluyla bir talebe dönüştüğünü anlamamız; bu taleplerin demokratik bir platformda tartışılmasının ön şartıdır.

Bu nedenle birden fazla aidiyet sözkonusu olabilir. Örneğin bir insan, kültürel olarak hem Türk, hem Alman; hem Kürt, hem Türk; hem Arap, hem de Hıristiyan olabilir. Bu tespitin de gösterdiği gibi, kimlik siyaseti bir yerlem, bir duruş ve adiyet siyasetidir. (politics of location) Diğer bir ifadeyle, nasıl bir “yer”den seslenildiği, “yer”in nasıl anlamlandırıldığı ve onunla ilişkinin nasıl deneyimlendiğidir. Bu çerçevede, artık “üzerinde yaşanılan yer ile, adına konuşulan, mücadele edilen, adiyet duyulan yerler tek ve aynı olması gerekmemektedir. Dünyadaki reel durumu açıklamak için oldukça işlevsel olan bu çok kimlilik ve birden çok aidiyetlilik, yeni yerellikler (locality) ile “yer”in (place) bağıntısını yeniden ve radikal bir şekilde kurulmasına yol açmıştır. Sürekli konum değiştirmeye dayalı kimlik stratejisi, kendisine içe kapanmış (territorial) kültür yerine, dışa açık (translocal) kültürü temel almaya başlamıştır. Yerel üstü düşünerek konumunu sürekli olarak yerel-üstüne göre müzakereyi getiren bu yeni politika; diğer yerelliklerle ile “farklılığını ayrıcalık haline get(irt)meyen, ötekine karşı sorumluluğu elden bıraktırmayan bir toplumsal etik etrafında ilişki ve dayanışma içerisinde mümkün olur. Bütün bunlar “yer”i ve “yerel”i sınırların olduğu yerde bitmeyip, aslında sınırların olduğu yerde başladığını kavramayı gerekli kılar. Bu politik tutumda, yer(ellik) duygusu, temelde küresel bir yer(ellik) duygusudur.[10] Bu tespitlere rağmen birden fazla aidiyete sahip olmanın, nostaljisiz, her yere uyumlu, her yerde evinde olduğu ölçüde çelişkisizliği gerektiren kozmopolitlik olmadığını; bilakis birden fazla nostaljiyi, bütün metafizik gerilimleri yaşayarak  birada var olma ve yaşamayı önerdiğini söylemek şarttır.[11]

Bu noktada hem değişmek hem de kimlik(ler)i koruyabilmenin imkanını başkalaşmadan yapmayı araştırmak gereklidir. Hilmi Yavuz, bu anlamda, değişimin bir noktada durması gerektiğini söyler. Zira kişiyi, toplumu belirleyen özelliklerin yenilenme ve değişme adına bir başka kişilik ve kimliğe dönüştürülmemesi için değişme ve yenilenmenin duracağı yerin tespiti gerekmektedir. Ona göre, kimlikte, değişen ile değişmeden sürüp giden arasındaki sınır, bir nicelik sınırıdır. Öyle olmasaydı; değer ve kimlik probleminin “ne kadar” değişir ya da ” ne kadarı” değişmez, diye ortaya atmanın bir önemi kalmazdı. Bu bağlamda, önemli olan yenilenme ve değişme sürecinde ne oranda kendisi kalabildiğidir. Kimlik kopmasına engel olmak için sınırı çizenin tespiti, modernliğin ya da modern kimliğin, geleneksel kimliğin ne kadarını alıp götürdüğüne bakmak gereklidir. Batılı hiç bir toplum, modernleşirken geleneksel kimliğini bütünüyle söküp atmadı. Geleneksel olanı atmadan onarmak, bir nevi restorasyon yapmak gereklidir. Bu anlamda, gelenek, önceki kuşaklardan kültürel mirasını devralan her yeni kuşak tarafından yeniden icat edilmek zorundadır. O kadar ki, modern toplumların en ileri seviyede modernleşmesinde bile gelenek bir rol oynamayı sürdürmektedir”[12]

Sosyal Kimlik Meselesini  siyasal açıdan ele alacak olursak, Türkiye’de dini ve milli değerleri  önceleyerek siyaset yapacağını söyleyip, tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, meşruiyetini  tarihsel temellerini kolayca bulabileceği “Müslüman Demokrat” kavramını siyaset felsefesinin modern verileri ışığında okuyarak temellendirme yerine; Batı siyasi literatüründe birbiriyle ilintilendirilmesi çok zor olan “Muhafazakar” ve “Demokrat” terimlerinin bileşenini oluşturmakta görüyor. Bununla birlikte, İktidar partisi AKP, bilimsel alt yapısını Liberal Düşünce Topluluğunun katkısıyla Muhafazakarlık ve Demokrasi ilişkisine dair uluslar arası bir sempozyum düzenleyerek kimliğinin teorik alt yapısını kurgulamaya devam etmesi ve bunu tartışmaya açması önemlidir.

Bu sempozyum vesilesiyle LDT Yönetim Kurulu Başkanı Atilla Yayla, dini değerleri önceleyen insanların siyasal kurgularını artık “Müslüman” terimiyle değil de, bunu da içeren “Muhafazakar” kavramıyla ifade etmesinin daha tutarlı olacağını söylemektedir. Aynı çevreden İhsan D. Dağı “AK Parti: Müslüman demokrat mı muhafazakâr demokrat mı?” konulu yazısında aynı hususu vurgulayarak “Muhafazakar demokrat’ ifadesinin anlamlı olacağını söyler. Tarihsel pratik ve ideolojik önermeler bağlamında ‘Müslüman demokrat’ bir model olmadığını, AK Parti’nin, bazı İslamcı entelektüellerin ve Batılı gözlemcilerin ‘icat’ etmeye çalıştıkları ‘Müslüman demokrat’ bir kimliğe uymayacağını söylemektedir. Ayrıca Müslüman demokrat bir kimliğin, hem AKP’nin toplumsal desteğini nitelemez/kapsamaz hem de ‘merkez’ ve Batı nezdinde ‘meşruiyet’ini sürekli sorgulanır kılacağını, bu nedenle AKP’ye, kendilerinin de ifade ettiği ‘muhafazakar demokrat’ nitelemesi daha uygun düştüğünü belirtmektedir.[13]

“Türk muhafazakârlığı; modern ve Müslüman” başlıklı yorumuyla Hakan Yavuz ise, AKP’nin muhafazakar demokrat anlayışı, küresel değerlerle barıştırarak bir Türkiye tezi üretmesi için Brüksel’in insan hakları söylemini, Mekke’nin manevi değerlerini, Türkistan’ın milli şuurunu içermesi gerektiği üzerinde durmaktadır. [14]Bu çerçevede, “137 yıllık bir parlamento/demokrasi deneyimine sahip tek Müslüman millet olan Türklerin dini ve milli reflekslerini, insanlığın evrensel birikimi ışığında okuyarak bir “Müslüman Demokrat” kimliği ve bir model oluşturmasının önünde ne engel vardır? Böyle bir kimliği oluşturarak bir Türk Muhafazakarlığı modeli sunulamaz mı?” soruları üzerinde durmak gerekir:

Batılı anlamda muhafazakarlık anlayışını müzakere etmek, bu satırların yazarının ilgi alanı dışındadır. Bununla birlikte AKP deneyiminin uzun demokrasi deneyimimizden hareketle  batılı literatürdeki Hıristiyan Demokrat örneğinde olduğu gibi, bir Müslüman Demokrat temellendirmesine girilseydi, özelde Türkiye ve diğer bölgelerde yaşayan Müslüman halklar, genelde dünya siyasal literatürüne özgün ve özgül bir katkı olabilecekti. Çünkü AKP, yerli/dini/milli değerlerin evrensel veriler ışığında okuma iddiasıyla iktidar oldular; başarılarında mevcut egemenlik ilişkilerinin içinde “çevrenin/taşra”ın 28 Şubat süreciyle bütün siyasal farklılıkları homojenleştirdiği bir merkeze, ya da “28 Şubat mağduru çevre”nin “diğer kenarlar”a karşı bir tepkisi olarak ortaya çıktılar. Ama İslam coğrafyasında, modernizm ve onun kültürel coğrafyasını deyimleyen “Batı” ile hesaplaşmanın yerliciliği biçimlendiren temel unsur olduğunu unutmuş gibi davranıyorlar. Bu çerçevede AB’nin temelde kültürel, siyasal ve ekonomik bir birliktelik olduğunu bile bile, önemli oranda içinden çıktıkları çevrenin İslam Ortak Pazarı Projesinin anlamsızlığını Cidde’de ilan etmekte bir sakınca görülmedi. Muhtemelen bunu, modern İslami kültürlerde birbirinden ayrı; ama bir birleriyle ilişki olan iki sürecin; yani küresel İslamcı siyasal sistemin ortaya çıkışı ile dini köktenciliğin Batıcılığa ve Batı merkezli tüketiciliğe karşı kültürel reaksiyonu handikabından kurtulmak için yaptılar.[15]

Mevdudi, S.Kutup, Hasan el-Benna ve Ali Şeraiti gibi İslam dünyasının diğer bölgelerinde etkin olan Batı karşıtı alimlerin etkisinden sıyrılarak kompleksiz bir şekilde topluma yakın durup, boş kalan merkeze taşınması yerli(ci)liğin etkisiyle olmuştur. Bununla birlikte pratik ve pragmatik gerekçelerle siyasal ve kültürel reaksiyon gösterip derken, yerli/dini/milli değerleri işlevsiz bırakan bir söylem, salt tümel/evrenseli yeniden üretmiş olur; yerli artık yerel bir katkı olarak bunun içinde eriyip gider. Evet, yerli; yabancı olanın karşıtı değildir; ama “öteki”ne karşı bir takım rezervleri ve filitleri olmalıdır. Batılı anlamda belirli bir modernleşmenin ideolojiye dönüşmüş şekliyle hesaplaşmak, onu yeniden üreterek değil, rezerv koymakla olur. Göle’ye göre, Batı bile bu anlamda (aşırı) modernliğe filtre koymakta, neredeyse bu konuda muhafazakar davranmaktadır. Bu, teslimiyetçilik yerine onu şekillendirerek yaşamanın imkanını araştırmak demektir. Dönüşen bir İslamcılığın başkalaşmadan bir şeyleri geride bırakması için bunu yapmak gerekir; aksi takdirde değerler sistemimizde kendimize güvenimizde bir şey kalmayacaktır.[16] Görüldüğü üzere, yerli olmak, batılı olmaya özenmeyi reddetmekle özdeşleştirilemez.

AKP’nin bu handikaptan kurtulmayı gerçekleştirme imkanı nedir? Demokrasiyi muhafazakârlığın bağımlı değişkeni olarak gören bu perspektif, Süleyman Seyfi Öğün’e göre çok risklidir. Bu çerçevede, “AKP’nin cüretkar bir ifadeyle ‘Türkiye muhafazakâr demokrasiyi seçti’ demesi siyasal anlamda çelişkiler içermektedir, zira demokrasiye sıfat koymak, özünde totaliter bir tavırdır. Türkiye’nin siyasal yapısı ve oluşturduğu kültürü salt sol ve sağ, muhafazakârlık veya ilericilik ikilemleriyle açıklanamaz. Üstelik, bu tür nitelendirmeye gerek olmamasının nedeni, muhafazakârlığı demokrasi içinde olmasından dolayıdır. Öğün, AKP’nin kendisini tanımlamakta kullandığı ‘muhafazakâr demokrat” nitelemesini tercih etmesinin temelinde muhafazakâr düşüncenin, ortalamaları bulmak, aklıselim ile hareket etmek, tecrübeye güvenmek gibi siyasetin aşırılıklarını törpüleyen bazı özelliklerin yattığını belirtir. Gerçekten, AKP’nin iktidar olmasında dini ve milli değerleri önceleyen bir mirası devralması, halkın tercihinde bunun etken olduğu bilinen bir husustur. 28 Şubat, siyasetin dinselleştirilmesine karşı bir yapılanma olarak ortaya çıktı, ama paradoksal bir şekilde AKP’yi halk, önemli oranda bu tepkiye karşı bir tepki olarak iktidara taşıdı. AKP, buna rağmen  sahip olduğu geleneğin karşılaştığı 28 Şubat türü bir operasyonla karşı karşıya kalmamak ve her an aşırılaşmaya dönük bir potansiyeli taşıdığına dair resmi çevrelerde hakim olan  bakış açısını izale etme kaygısını her an taşıdığını hissettirmektedir. Bu nedenle AKP’nin muhafazakar demokrasi arayışı, yukarıda belirttiğimiz meşruiyet sorunuyla yakından ilişkilidir.[17]
III. Sosyal ve Siyasal Bir Kimlik Arayışı Olarak “Müslüman Demokrat”

Islahat ve Tanzimat Fermanlarıyla başlayan I. ve II. Meşrutiyetlerle ivme kazanan siyasal ve kültürel modernleşme projemizin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla somutlaşmıştır.  Devlet kavramını salt kutsal bir kategori olmaktan çıkaran Cumhuriyet, ekonomi politiğin gereğini yapmaya çalışmaktadır.

Günümüzde Avrupa Birliğine katılma, bu projenin son aşaması olarak görülüyor. Fakat 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren bütün dünyada yaşanan sosyo-politik gelişmeler ve bunların ortaya çıkardığı sorunların üstesinden gelebilmek için siyasi, güvenlik ve insan hakları boyutlarını bir arada düşünmemiz, çözüm önerileri bir bütün olarak üretmemiz gerekiyor. Bu çerçevede, AKP’nin AB uyum süreciyle ilgili olarak çıkarttığı yasalar, demokratikleşme açısından tikel/yerli olanda tümeli/evrenseli yakalamak ya da tikeli tümelleştirmek şeklinde okunabilir; ama bunu tartışmalı “Muhafazakar Demokrat” kavramı ile yapmanın tutarlı olmadığını düşünüyorum. Bu noktada, İhsan Dağı’nın tersine, İslam dünyasında yaklaşık 137 yıllık siyasal demokratikleşme deneyiminin önemli belirleyicilerinden olan dini verileri kullanarak “Müslüman Demokrat” bir sosyal/siyasal kimlik oluşturma çabası daha öncelikli ve önemlidir. Bu nedenle, Hakan Yavuz’un Modern ve Müslüman bir Türk muhafazakârlığı bakış açısının tarihsel temellere sahip daha tutarlı bir okumadır. . “Müslüman Demokrat” kavramsallaştırması, Batı’nın insan hakları söylemini, dinin bu hakları fıtratla özdeşleştiren bakış açısını ve diğer manevi değerlerini, milli refleksleri koruyan bilinci içeren tarihsel temellere sahip yeni bir sosyal ve siyasal kimlik tasavvurudur. Yerli (dini ve milli) değerlerin evrenleştirilmesinden kasıt da budur. Farklı, öteki olanın özgün ve özgüllüğünü, Allah’ın bir rahmeti ve bereketi olduğunu düşünmektir; bilişip, tanışma, iyilik ve güzellikte yarışma iddiasındaki çoğulcu evrensellikler olduğunu söylemektir. Herhangi bir yabancılaşma, dışlama olmamasının nedeni budur. Bunun içinde toplumsal ve siyasal iktidar ilişkilerini kültürel farklılıkları öne çıkarak gözden ırak tutmaya yarayan bir tür şeffaf maske olmanın ötesinde bir şeydir.[18]

Bu nedenle, “Müslüman Demokrat”, laiklik kavramının bütün dünyada demokrasinin çoğulcu boyutunun inançlar alanına yansımasının bir ifadesi olabilir. Bu gerçekleştirilirse, Türkiye; manevi değerlere saygılı laik ve demokratik hayat biçimini, tarihsel deneyimlerinin verdiği güçle, devlet nizamı içinde sürekli ihtilallerle kesintiye uğratmayacak kurallara bağlayabilecektir. Ulusal/tikelde tümel/uluslar arası değerlerin okunmasıyla  oluşan bu yapıyı sosyal bir kimliğe toplumsal bir kültüre  dönüştürdüğümüz takdirde, bütün bölge ülkelerine örnek teşkil edebilme iddiası gerçeklik kazanır.

 

1. “Müslüman Demokrat” Kavramsallaştırmasının Siyasal Getirileri

Türkiye’de tıpkı Hıristiyanlığın verilerini dikkate alan Hıristiyan Demokrat gibi bir kavramsallaştırma pratiğe aktarılırsa ne olacaktır? Öncelikle, laik, sosyal, bir hukuk devleti olan Türkiye’nin demokratik bir cumhuriyet olarak bölgesel ve uluslar arası bir güç olmasına “muhafazakar” bir katkı olacaktır. Ayrıca Avrupa Birliğinin, din temelli değil de, ekonomi-politik bir birliktelik olduğu iddiası geçerlilik kazanacaktır. Çünkü halkı önemli oranda Müslüman, yönetimi laik bir devlet olan Türkiye, Hıristiyan, Yahudi, Muslüman ve Ateistlerle birlikte yaşanabilecek bir Avrupa Projesi inşasına teorik ve pratik katkıda bulunabilir.

Bir diğer önemli getiri; 11. Eylül 2001 saldırısından sonra tekrar gündeme oturan olası bir medeniyetler savaşını engellemenin yolu, Müslüman demokrat kavramsallaştırmasını işlevsel hale getiren bir Türkiye ile mümkün olabilir. Bu bağlamda, Büyükelçi Ö.Sanberk’in dediği gibi, “Türkiye, AB kültürünü benimsemeden, farklı/yerli kültürel kimliğimize sahip çıkarak, hoşgörü temelinde yükselen bir din olan İslamiyet’in değerlerini koruyarak diyalog ve işbirliğini gerçekleştirebilir. Böylece, ortak politik bir çerçeve oluşturulmasına önemli katkılarda bulunabilir”[19] Aksi takdirde medeniyetler savaşı kuramının teorisyeni olan Huntington’un dediği gibi “modern ulus devlet anlayışı yerine medeniyetler kavramına bırakacak, kültürel kimliğin belirlenmesinde önemli bir etken haline gelecektir. İnsanlar artık kendilerini bir ulusun değil, bir medeniyetin parçası olarak görünce, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da yaşananların medeniyetler arasındaki ayrım çizgisinin gereği olarak sunulması gerçekleşmiş olacaktır. Huntington’un savaş alanlarını belirleyen bu kıpkızıl perdesini yırtabilecek tek devlet tarihsel ve kültürel birikimini yeni okumalarla gerçekleştirecek olan  Türkiye Cumhuriyeti’dir. Siyasal alanları, kültürel çatışma merkezleri haline getiren iktidar odakları, böylece toplumsal çatışmaları maskeliyor.[20]

Kültürel çatışmaların hedef şaşırtma olduğunu Türkiye ispat edebilir; zira Huntington’un ideali olan “herbiri başkalarıyla beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı medeniyetlerden oluşan bir dünya”sı bizatihi gerçekleştirmiş olan ülkedir. Tarihsel olarak bunu gerçekleştirmiş bir kültürü tevarüs eden devlet, yine medeniyetler arası uyumun simgesi olabilir ve maskeleri düşürebilir.

Huntington’un tezine bakıldığı zaman, onun ilk önerisi olan diğer kültür ve medeniyetler için söylediği tecrit edilme ve içe kapanmayı reddedilebilecek bir yapılanmaya sahip tek devlet Türkiye’dir. Huntington’un ikinci önerisi olan Batılı değerleri aynen kabul ederek modernleşmeyi bizatihi deneyen ama bunun da çözüm olmadığını gören yine Türkiye’dir. Üçüncü öneri olan Batı dışı kültür ve medeniyetlerle ittifak yaparak modernleşmeyi ise günümüzde Perinçek ve ekibi dışında kimsenin savunduğu yok. Halkın bunlara rağbet etmediği ve yönünü  temel hak ve özgürlükler, insan haklarına dayalı, çoğulcu bir demokrasiye döndürerek muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedeflediği artık apaçık bir gerçekliktir.

Jeopolitik açıdan dünyanın kalbinde bulunan Türkiye, devlet olarak laik, çoğulcu demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere inanan, hoşgörülü, uluslararası dayanışma ve işbirliğine açık özgüvenli bir ülke olarak, medeniyetler arası savaşta taraf olmak yerine medeniyetler arası diyalog ve uyumu gerçekleştirebilir. Zira İslam dünyasında fiili sömürgeyi hiç tatmamış, kesintisiz devlet kurma geleneğini devam ettiren tek millet Türklerdir. Bu geleneğin son halkası olan Türkiye’de, kültürel sömürgeyi yıllardır yaşamasına rağmen hala özgüvenli ve yerli alimler vardır. Halkının büyük çoğunluğu “arif”tir; yani zihinleri iğdiş faaliyetlerine direnmekte ve dini ve kültürel yerli kodlarına sahip çıkmaktadır. [21]

Türkiye’nin medeniyetlerin uyumunun simgesi olması çok önemli, zira İtalya’da düzenlenen Ambroestti Forumunda (dönemin) İspanya Başbakanı Aznar, AB Hıristiyan bir mirasa sahip olduğunun unutulmamasını; bunun bir karşıtlık olarak değil de, ortak bir kültürün ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini söylemesiyle din tartışması tekrar gündeme oturdu.AB içinde Hıristiyan demokratların Türkiye’nin AB üyeliğinin terörün birliğe ithali anlamına geldiğini iddia etmeleri ve AB  Anayasasına Hıristiyanlığı merkeze almalarının hukuk, siyaset ve ahlak bilimleri açısından makul değildir. Bunu AB genişlemeden sorumlu komiseri Gunter Verhegugenn de söylemektedir.[22] Fakat burada Hıristiyan demokratların, bir “Müslüman Demokrat Tipolojisi”nin gerçekleşme imkanını yok ettiği ve modernleşme ile AB bütünleşmesini birbirinden kopardığı hususu gözden kaçmaktadır. Halbuki Türkiye’nin siyasal modernleşmesini ve Müslüman demokrat kurgusuyla oluşturabileceği bir Türk Muhafazakarlığı tipolojisini baştan engellemek; ister “Hıristiyanlık” ister “Demokratlık” adına yapılsın; Avrupa’nın kendi geleceği, menfaati, iktisadi ve siyasi güvenliği açısından tehlikedir.

Başbakan Erdoğan’nın Türkiye’nin sahip olduğu gelenekten hareketle medeniyetler çatışması tezinin aşılıp bir uyumdan söz edileceğini vurgulaması bu noktada önemlidir.[23]  Nitekim son gelişmeler bu tespitlerin tutarlılığını göstermiş, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Türkiye’siz bir AB olmayacağını belirtmiştir. Teröre karşı verilen mücadelenin İslamiyetle olmadığını göstermek, Avrupa’nın çok etnikli bir hoş görü merkezi olup, sadece Hıristiyanlara ait olmadığını ispatlamak için Türkiye, AB’ye girmelidir, demiştir. [24]Avrupa’daki devletlerin dil, din/mezhep ve coğrafyalarını; yani yerli ve milli değerlerini ve birlikteliklerini koruyarak, ulusüstü yeni bir sosyo-politik kimlikte birleşmeleri Türkiye gibi bir Avrupalılaşma/modernleşme deneyimi olan halkı Müslüman, devlet yapısı seküler bir yapıyla gerçekleştirebilir. Bu nokta, ekonomik ve siyasal bir küresel güç olmanın yanı sıra son gelişmeler açısından AB’nin güvenlik sorununu aşması açısından önemlidir.

AB oldukça önemli sayıda Türkler ve diğer Müslüman halklardan insanlar yaşıyor. Hem, farklı kültürel dokuya sahip bu insanlarda, anayasal vatandaşlık ve yurtseverlik bilinci oluşturmasında, hem de dünya kamuoyunda çoğulcu, kuşatıcı ve kapsayıcı liberal demokrasinin gerçekleştirdiğini AB, böyle gösterebilir. Tabii bunun kültürel ve dini boyutunun ötesinde yaşadığı siyasal sorunların önemli bir kesimini, örneğin AB üyesi Yunanistan ve üye olacak Güney Kıbrıs ile  Türkiye’nin yaşadığı meseleler de çözülebilir.  Ekonomik açıdan kaçak göçmenler ve kaçak işçi çalıştırmadan kaynaklanan sorunlar en aza inebilir. Bireysel hak ihlallerinden dolayı yapılan ilticalar ve mültecilerin ortaya çıkardığı krizler AB’de giderilebileceği gibi, bu ihlallerin olduğu iddia edilen mekanlar da liberal demokrasiyle yönetileceği için giderilmesi için çalışılan sorunun kökü kazınabilir[25]
Sonuç:“ Yerli (dini ve milli) değerleri, insanlığın diğer tarihsel birikimiyle yorumlayarak evrenselleştirme çabası olan “Müslüman Demokrat” bir siyasal ve sosyal kimlik tasavvurunun engellenmesi durumunda ortaya çıkacak siyasal zararlar neler olabilir? Yeni devleti kurarken Atatürk’ün büyük oranda lağvettiği Doğu-Batı sınırları yeniden inşa edilir. Ayrıca bireysel hak ve özgürlükler toplamı olan demokratikleşmede eksiklikler ortaya çıkabilir. Bu durumda kaybeden yalnız Türkiye ve diğer Müslüman hakların yaşadığı coğrafyadaki devletler olmayacağı kesindir.

Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
– Haber Lotus –

[1] Nuray Mert, “Yerlilik” Şeffaf Bir Maske,  Birikim; Yerlilik Özel Sayısı, sayı.111-112, 1998, s.100

[2] Tanıl Bora, “Sol ve Yerlilik Meselesi”, Birikim, aynı sayı. 48; Vivet Kanetti, “Eğer Yerlilik Yoksa; “Öteki” Yer ve İnsanların Merak Etmek Niye?” Birikim, aynı sayı, s..114

[3] Norman Barry, “Sivil Toplum, Din ve İslam”, Liberal Düşünce, sayı. 12, Güz. 1998, s.89; Mevlüt Uyanık, Osmanlı Düşünce Tarihinde Parlamenter Sistem Arayışları: İslamiyet’in Belirleyiciliği Üzerine Değerlendirmeler, GÜÇİF Dergisi, yıl. 1. sayı. 2, 2002, s. 47-59

[4] J.Fridman’dan hareketle yapılan bu değerlendirmeler için bkz. Sevda Alankuş-Kural, “Globalleşme/Yerelleşme ve Yerel Medyanın İmkanları” Birikim, Yerlilik Özel Sayısı. Sayı.111-112, 1998, s.200-201

[5] Murat Belge, “Hem Yerli, Hem Evresel”, Birikim,özel sayı. s. 81-83

[6] Ahmet Çiğdem, “Yerlilik Üzerine Tezler”, Birikim,özel sayı. s. 84; Alankuş-Kural, “Globalleşme/Yerelleşme, s.201

 

[7] Mert, agm, s.101

[8] S.Seyfi Öğün; Zaman. 04/01/2004. Buna dair müstakil değerlendirmeler ve kaynakça için bkz. M. Uyanık, Çağdaşlaşma, Değişme ve Dönüşme Tartışmalarında  Sosyal Kimlikler Meselesi ”Din, Kültür ve Çağdaşlaşma, Kutlu Doğum Haftası Sempozyumu, 01-03 Mayıs 2004. İzmir;Üç Tarz-ı Siyaset: Bir Üst Kimlik Olarak Türkiyelilik, Metropol.İstanbul. 2003; Bu kavramsallaştırmaya yönelik eleştiriler için bkz. Üç Tarz-ı Siyaset’in Işığında Türkiye’yi Okumak; Yarın, yıl. 2. sayı. 23. Mart 2004, s.26-27;

[9] E.Fuat Keyman, “Globalleşme Söylemleri” Global-Yerel Ekseninde Türkiye”  derleyenler E.Fuat Keyman ve A.Y. Sarıbay, Bursa. 2000 s. 31

[10] Alankuş-Kural, Globalleşme/Yerelleşme, s.202-204;

[11] Keyman, “ Globalleşme Söylemleri”. s. 32, Vivet Kanetti, bu anlamda kendini bir Türkiyeli; hatta Türk olarak görmesini sağlayan yerli unsurlar olarak ortak dil olan Türkçe üzerinde durur. İkinci unsur olarak saldırgan olmayan, ötekini ezmeyen, hor görmeyen, kırılmış unsurları tamir eden bir milliyetçiliği sunan millilik olduğunu belirtir. agm, s.119

[12] H.Yavuz, Pazar Yazıları, Theseus’un Gemisi, Zaman Gazetesi, 14.Nisan.1996, Pazar, s. 17; ayrıntılı bilgi için bkz. Mevlüt Uyanık, Çağdaşlaşma, Değişme Ve Dönüşme Tartışmalarında  Sosyal Kimlikler Meselesi” Çağdaşlaşma, Din ve Kültür, Kutlu Doğum Haftası Sempozyumu, 01-03 Mayıs 2004. İzmir

 

[13] 09/01/2004. Zaman

[14] – 10/01/2004 Zaman

[15] Bryan S. Turner, “Politics and Culture in Islamic Globalism” Religion and Global Order, s. 161

[16] Nilufer Göle, 21.Eylül 2003. Zaman. Turkuaz

[17] Muhafazakâra göre tarih, gelenek, toplum, devlet vs. gibi kavramlar çok büyük harfle yazılmış kavramlardır. İster devlet için daha patentli bir sivil muhafazakârlık yapın, ister daha sivil toplumcu bir muhafazakârlık yapın, o büyük harflerle okuma alışkanlığı sonuçta demokrasiyle zaafı üretebilecek sonuçlar getirmeye adaydır. Yani muhafazakârlığın politika öncesi bir düşünüş olarak vaat ettikleri ile politikleşmesinden sonra doğabilecekler arasında çok ciddi bir sıkıntı vardır. Dolayısıyla bu atlanmış bir meseledir. S.Seyfi Ögün, Milliyet. 09/02/2004. pazartesi; krş. a.mlf, “Yerlici Kültüralizm: Kıyaslamaları Bir Değerlendirme” Global-Yerel Ekseninde Türkiye” isimli derleme, s. 40-41; Ali Yaşar Sarıbay, Global Kapitalizm, aynı derleme içinde s. 14

[18] Mert, agm, s.98-99

[19] Türkiye Gazetesi.05/04/1995

[20] Mert, agm, s.102

[21] Mevlüt Uyanık, Medeniyetler Arası Diyalogda Müslüman Türkiye’nin Konumu ve Önemi, Yeni Türkiye; yıl. 2, sayı. 9, 1996; a.mlf Medeniyetler Arası Uyumun Simgesi: Türkiye; 04/10/2003 Cumartesi Yeni Şafak Gazetesi

[22] Zaman. 05/12/2003

[23] 07/09/2003 Milliyet

[24] Blair’in Türkiye’nin üyeliği için sorun çıkarabilecek Hıristiyanlık bölümünün ortak anayasaya alınmasında ısrar eden Portekiz lideri Jose Manuel Durao Barroso ile görüşme sonrasında yaptığı ikili basın toplantısında bu açıklamaları yapması ayrıca önem arzeder. 26/03/2004. Cuma. Sabah Gazetesi

[25] Bkz. Hüsammettin İnaç, “Avrupa Birliği Entegrasyonu Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, Doğu-Batı.sy. 23; 2003, s.186 vd; Mevlüt Uyanık, “Bir Siyasal Modernleşme Aktörü: Müslüman Demokrat” Hür Gelecek. Haftalık dergi, 26/12/2003. s.12; a.mlf, “Küresel Bir Siyasal ve Ekonomik Güç olarak AB ve Türkiye’nin Konumu, Hür Gelecek.  02/01/2004, s.12

HLotus

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.