Narin’e ve diğer evlatlarımıza ithafen…
Édouard Louis’in Babamı Kim Öldürdü? kitabı, babalarımızı bir yara izi gibi taşıyan bizlere bunun suçunu devletin üzerine atmanın arka planını anlamamızın yollarını sunuyor.
Kitabı okuduğumuzda “Gerçekten bütün suç devletin olabilir mi?” sorusu âdeta içimize su serper. İroni kısmını bir tarafa bırakırsak biraz da kitap özelinde bunun nasıl böyle olabileceğini konuşmak isterim.
Kitaptaki baba karakteri başlangıçta mütebessim, pozitif biri, evine bağlı bir babanın yapması gereken her şeyi yapıyor.
Yıllar su gibi akarken çocuklarından eş cinsel olanı ergenlik dönemine geldiğinde cinsel yönelimine karşılık o pozitif babanın yerini homofobik ve çatık kaşlı bir otorite alıyor.
Adam dışarıdan bakıldığında aynı baba gibi görünüyor ama davranışlarıyla fiziken ona çok benzeyen ama özünde bambaşka olan biriyle değiştirilmiş gibidir.
O korkunç kazayı yaşayıp yatalak olmadan önce belki de çocuk defalarca onun ölmesini diliyor. Bunu her isteyişinde de duyduğu suçluluk duygusu onu ürpertiyor. Nefretin özlemle birleşip suçluluk duygusuyla karışması iç dünyasını alt üst ediyor.
Aslında babanın durumu iyice kötüye giderken çocuk ve anne de aynı kişi olarak kalmıyor. Bir vücutta kanserin yayılması gibi hastalık bütünü bozarken parçaları es geçmiyor.
Babanın bu kötü gidişatının en bariz belirtilerinden biri, çocuğunun dans etmesine büyük bir öfke ile karşı çıkmasıdır. Ancak annesi onun dansı çok sevdiğini söylüyor oğluna. Anlattğına göre onun gençliğinde dans, severek icra ettiği sanat faaliyetlerinden biridir. Babası, bununla ilgili her şeyi inkâr etmektedir. Hatta işi daha da abartıyor. Baş başa kaldıklarında onun dans sevgisini âdeta efsaneleştiriyor. Babanın yokluğunda yaptığı efsaneleştirmenin alt yapısında ne olabilir, merak ediyorum. (Bu bir örnek elbette. Gerçek hayatta bunun onlarca benzer örneklerini görebiliriz.) Burada suçu babaya ve devlete atabiliyoruz ama annenin efsaneleştirdiği baba ile suçladığımız babanın aynı kişi olduğuna emin miyiz?
Anneler de gerçeği saklayarak en az babalar ve devlet kadar suçlu olmuyor mu?
Annenin gayreti kusursuz bir ebeveyn olmak, bu çok açık. Bunun için baba üzerinden bir kurgu yaratıyor. Mükemmel anne ve baba… Peki ama bu kimin için? Devlet mi istiyor bunu yoksa toplum mu? Sıradan bir insandan kahraman anne ve baba yaratan da kim? Henüz dört aylık bir bebeği olan baba olarak düşünüyorum bunu.
Okurken de düşünüyorum. Bahsedilen devlet beni de bozmuş mudur bir baba olarak? Annem de babam hakkında böyle efsaneler anlatmış mıdır? Babam, annemin efsaneleştirdiği kişi olmadığı için mi öfkeliyim bu kadar? Babalarımız toplumun istediği kişi olmadığı için mi öfkeliyiz? Yoksa devletin istediği kişiler oldular diye mi bu öfkemiz?
Bu kısacık kitap kolay kolay konuşamayacağımız aile konusuyla ilgili bize kutsalımızın içini âdeta deşme cüretini veriyor.
Peki ya yazarın derdi babasıyla değilse? Bunun böyle olup olmadığını bence basit bir formülle anlayabiliriz. Nasıl mı?
Yukarıda babanın en baştaki mütebessim hâlinden başlayarak geçirdiği değişimden bahsettiğimi hatırlıyorsunuzdur. Gelin, şimdi tüm baba yazan yerleri silelim ve yerine devlet yazalım.
Devlet önce gülümsüyor hatta belki bizi seviyor.
İlk onun istemediği hareketimizde bize yüzünü ekşitiyor. Aynı şeyi vaktiyle kendi yapmış olsa bile.
Başlangıçta ailesiyle mutlu ve ona sadık hâlinden gitgide uzaklaşıyor.
Sonra başına gelen korkunç kazaya sevinemiyoruz da.
Çünkü ne kadar nefret etsek de devlete bir şey olduğunda bizim içimiz sızlıyor.
Sercan Şayık
Coventry, İngiltere
HLotus