Eğer, felsefe derken ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji sacayağı üzerine kurulu, sistematik, eleştirel ve mukayeseli bilgileri kast ediyorsak, Varlık (V:Tanrı; v:âlem) ilişkisine dair temellendirmesini yapan ve buna uygun hayat yaşamaya yaşayan ister mümin ve müslim (Müslüman) ister gayr-i müslim olsan (Hristiyan, Musevi) bir felsefecinin konumu ne olabilir?
Ne alaka şimdi deyip “hem Varolması için bir başka varlığa muhtaç olmayan Tanrı diye tanımlayıp, onun evreni yarattığına ve dünyada refah ve huzuru yani tahsilu’s-saade; ahirette ise nihai mutluğu (saadetü’l-kusva) sağlayacağına inanan birinin (müslim ya da gayr-i müslim) diğer bir ifadeyle dogmatik bir zihniyetin felsefe yapması mümkün olur mu?” diye sormayacaksınız sanırım.
Kavram bir nesnenin zihinsel tasavvuru, buna dair tasdik mahiyetinde ortaya koyduklarınızın benim açımdan bir anlamı yok diyen ve kendini ateist, daha tutarlı bir ifadeyle materyalist olarak niteleyen birinin bunu sorması normal. Evrene ilk oluşumu sağlayan ama sonra müdahale etmeyen bir Aşkın Güç’ten bahsedenler, bundan bahsedilemeyeceğini daha doğrusu bilemeyeceğimizi savunanların olduğu da malum.
Bir Tanrı’ya inanan teist, monist inanmayana ateist mi materyalist mi denir diye sormayalım şimdi, çünkü bir de transteizm var, ateistik veya ateistik olmayan bir din felsefesi imkânını araştıran. Yine pateizm yani apati ve teizm/ateizm kelimelerinin birleşimi olan tanrıumursamazlık tasavvurları da var. Apateizm Tanrı’nın veya tanrıların (politeizm) varlığına veya yokluğuna yönelik bir tutumu tanımladığından hem teizmde, hem de ateizmde görülebilir.
Din felsefesi bağlamında söyleyecek olursak teizmin panteizm ve panentizm şekilleri var ki, bunları mukayeseli bir şekilde İslam Felsefesi açısından Varlığın birliği öğretisi bağlamında Vahdet-i vücut ve vahdet-i şuhud diye okuyoruz, herhangi bir özdeşleştirmeye gitmeden. Çünkü ayrıca bir de gnostizm var, yani “Gerçeklik” veya “Tanrı”nın doğasının normal yollardan; yani deneyimsel, rasyonel ve bilimsel bilgi ile elde edilemeyeceğini iddia eden öğreti. Dini sırların yüce bilgisini ancak, mistik tabiatlı doğrudan bilgiye ulaşan insanlar elde edebileceğini söylerler ve bu bütün müslim ve gayr-i müslim öğretilerde vardır.
Eee kavramsal bir kargaşa var, onu anladık, İslam Felsefecisi olarak sen ne diyorsun diye mi sordunuz. Bu hususu “ontoloji” yani Varlık bilim önceleniyor ama buna dair bilgisel temellendirmelerimiz o kadar farklı ki, niçin epistemoloji öncelenmesin diye bir karşı soru soruyorum. Ya da kestirmeden “epistemik ontoloji” imkânını müzakere ediyorum. Hani girift tartışmalara girmeyecektiniz “Bir Nefes Felsefe” serisinde dediğinizi duyar gibi oluyorum, doğru, bu noktada bilginin kaynağı olarak realizm, idealizm ve ampirizm ile nominalizm öğretilerini hatırlatmakla yeteneyim o zaman.
Felsefeyi Dinin Yedeğine Çekmek mi; Bilgelik Eşiğinde Olmak mı?
“Bir nefes felsefe” serisinde öncelikli hedefimiz, din ile felsefeyi uzlaştırmaya çalışmak ya da felsefeyi Din’in emrine sokmak gibi bir amaç hedeflenmemiştir. Çünkü felsefenin amacı ne bir bağlanma ne de mutlak bir kurtuluş sağlamak değildir. Bilakis amaç, varsa bu tür bir bağlanmanın kökenine inmek, akla uygun olan ile akıl üstü ve akıldışı seçeneklerden en uygun olanı seçmeye dair yetiyi geliştirmek, böylece Din ile Felsefe arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesine yönelik bir adım atmak; böylece her birinin kendine özgü öncülleri ve ilkelerini anlamaya çalışmaktır. Sonra burada anlatılmak isteneni başkalarına tutarlı ve dürüst bir şekilde anlatmak, böylece “Neyi bilebilirim” bağlamında bir bilgelik eşinde olmaktır. Yani düşünsel açıdan olgun ve savunulabilir olanı anlayarak bunu pratik hayata aktarmak biricik hedefimizdir.
Evet, ama bu dediklerin son tahlilde, felsefeyi dinin yedeğine alan bir ideolojik konuma indirgeyen skolastik (!) öğretiye benzemiyor mu, neticede sende “dogmatiksin”; ne farkı var skolastiklerden diyenler olabilir tabiki. Doğrusu bu yargıya varanları yadırgamıyorum. Öncelikle Antik Çağ, Orta Çağ, Modern Çağ ayrımları neyi ifade ediyor, kime göre orta çağ ve Avrupa dışındaki bir medeniyetin çocukları aynı dönemde altın çağını yaşamış da olabilir, değil mi? İlaveten Etienne Gillson’un araştırmaları da göstermiştir ki, skolastik diye isimlendirilen ortaçağ alimleri yedi hür sanatı (gramer, hitabet, mantık, hesap, geometri, astronomi ve musiki) iyi bilen kültürlü insanlardı. Fakat ortaçağda temel gaye, araştırmadan ziyade eğitim ve öğretimdi. Dolayısıyla şayet, felsefeyi dinin doğrularını tasdik etmek için kullanmaktan söz edilirse, “bir hususta belirli bir sabit fikre saplanıp kalmanın son tahlil de tasvip edilmeyen şeyleri de savunmaya kişiyi mahkûm eder” ilkesinden hareketle ve böyle bir duruma da düşmemek gayesiyle, biz, felsefi düşünce hakkında temel bir bilgilenmeyi hedefliyoruz. Fikirler dünyasına girerek gücümüz yettiğince bir genişlik ve derinlik elde ederek doyurucu bir hayat tarzının temellerinde felsefi bilginin yerini araştırıyoruz. Bunun da büyüleyici, heyecan verici ama bir o kadar da zorlayıcı, uzun ve ince bir yol olduğunun da idrakindeyiz. (M.Uyanık, Felsefi Düşünceye Çağrı, Ankara: Elis Yayınları, 4 Basım, 2021:13-14)
Buna ilaveten dogmatiklik terimini sistemlerin ilk öncüllerden harekete kurulduğunu, her felsefi/dini-hukuki sistemin kendi aksiyomları, yani doğruluğunu “dogmatik” olarak kabul ettiği ve artık sorgulamadığı öncüller üzerine konuşarak, mantıksal çelişkisizligini kazandığını söylüyoruz.
Dogmatikliği Louis Althusser’in deyimiyle, negatif açıdan tam anlamıyla ne bilimsel ispatlamaya (matematik ve mantık bilimlerinde olduğu gibi) ne de tam anlamıyla deneysel bilimlerdeki anlamıyla kanıtlamaya elverişli olan diyor ve felsefe tezle bilimsel ispatlama konusu olmadıklarından dolayı “doğru” yerine uygun-yerinde denileceğini düşünüyoruz. Dolayısıyla sistemlerin farklılığı, aksiyomların farklılığından kaynaklanır.
Büyük harfle yazılı Varlığı Tanrı deyip, var olması için bir başka varlığa muhtaç olmayan Zorunlu Varlık diye tanımlayıp bunu ilk öncül olarak görmekle, küçük harfle varlık âlemin ezeli/öncesiz olduğunu söyleyip ilk maddesini atom olarak gören veya herhangi bir aşkın güç tanımının tasdik etme imkanından bahsetmeyen kişi de ilk öncülünün zorunlu olduğundan bahseder ki, neticede üçü de dogmatiktir aslında.
Bir Düşünce Sistemini Reddetmek….
Bu nedenle bir sistemi reddetmek istediğinizde onun mantıksal çelişkisizliğini ortaya koymak suretiyle değil de, aksiyomlarını reddederek yapabilirsiniz. Bu anlamda konularını kendi aksiyomları altında göreli olarak açıklayan bir sistemler çokluğu ve bir dogmatikler bolluğu vardır. Bir başka önemli nokta da şudur: Herhangi bir hukuk sistemini, belirli ve nihai aksiyomlarına geri götürmek ve tüm sistemi buradan çıkarsamak teorik olarak mümkündür.
Peki mantıksal yoldan kurulmuş bir sistemi/kuramı/stili bir kez kabul ettikten sonra, teoriye aykırı olguların ortaya çıktığı görülünce durum ne olacaktır?
Bu durumda sistem/kuram/stil, her zaman yaşanan olgulara uygun ek-geçici (ad hoc) hipotezler geliştirebilir. Çünkü bir sisteme/kurama, onu sarsılmaz ve evrensel yapan bir geçerlilik kazandırmak, o sisteme/kurama aykırı olduğu söylenilen olgu veya etkenlerin açıklanması, teorinin mantıksal yapısına uygun ek hipotezler yardımı ile mümkündür. (M.Uyanık, Çağdaş İslâm Düşüncesinde Tarihsellik ve Evrensellik Sorunu, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, Ankara: Fecr Yayınevi, 3 Basım 2017: 175-234, a.mlf, İslam Siyaset Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, Antalya: Otorite Yayınevi, 3 Basım, 2014,30,40)
Teorik açıklamalar sıkmaya başladı değil mi, İslam kelamı/teolojisi açısından söyleyecek olursak, Tanrı (Varlık) ile evren (varlık) ilişkisinin nasıllığını incelemek; ontik olarak “Allah’ın önceliği, varlığı ve birliği (Tevhid) nasıl oluyor da bu kadar farklı ve karşıt bilgilenmeler ile temellendiriliyor?” sorusu doğrudan ilgi alanınıza girer sanırım.
Nasıl oluyor da Mutezile ve Cebriyye bu kadar zıt Tanrı tasavvurlarına sahip olabilmişlerdir. Diğer bir ifadeyle İslamiyet’in ilk dönemlerinden itibaren Müslümanlar da, birbirlerine “kâfir”, “fasık”, “münafık” şeklinde tanımlayarak, “sağlam inança/doğru yol’a” kendilerinin sahip olduğunu iddia ediyorlardı.
O kadar ki Gazzali, Faysalu’t-tefrika beyne’l-İslam ve’z-zendaka (İslam’da Tekfir Söyleminin Temellerine Dair, met. ve çev.: M. Uyanık, A. Akyol, Ankara 2021) ismiyle buna dair müstakil bir eser yazmış ve Müslümanların 72 grubunun batıl/geçersiz yol üzerine olduğunu söyleyebilmiştir. O, var ve birdir; ama bunu kabul etmeyenler kâfir, ve/ya çok farklı tasavvurlar ile ortaya koymuş olanların zındık olduklarını söylemişlerdir.
Bu karmaşaya düşmek istemeyen filozoflar ise Tanrı (Büyük harfle Varlık) vardır, birdir, ezeli ve ebedidir, bunda şüphe yok, o zorunlu varlık’tır; ama ona dair tasavvurlar muhteliftir, bu normal, ama mevcut diyalektik çatışma dilini aşmanın yolunun gerekli bir öteki konumuna düşmeden nasıl bir tasavvur geliştirilebilir üzerinde durmuşlardır. Bize göre, filozoflar da ontoloji öncelemişler; ona dair epistemik temellendirmelerin farklı olduğunu, cedel/diyalektik yöntemin ötekileştirici dilinden uzak durarak, epistemik bir ontoloji tasavvuru içinde olmuşlardır.
Bu bakış açısıyla, her grup kendi öğretisini biricik ve doğru görmesi, diğerlerini dışlama süreçlerini İslami ve Kur’ani terimleri bağlamında açıklanmasına da katkı yapılabilir. Müslüman âlimlerin temel öncüller (Kur’an ve Sünnet) hareketle ürettikleri fikirleri “İslami”, bunlardan herhangi birinin kendi görüşünü temel öncüller ile özdeşletirerek sunup “Kur’ani” demesini kast ediyorum bununla.
Kelamcılar, kendi yorumlarını/çıkarımlarını mutlaklaştırmışlar, farklı yorumlar çıkaranları ötekileştirmişlerdir. Artık bu çerçevede üretilen yoruma/kanıtın tutarsızlığına yönelik her eleştiriniz doğrudan ilk öncüle yönelmiş kabul edilip, bir sistem reddedici teknik dille kafir veya zındık konumuna düşmeniz an meselesi. Delilin/kanıtın butlanından/geçersizliğinden medlulün/delil getirilen butlanı/geçersizliği olmaz, ben ilk öncülü reddetmiyorum ki, sadece sizin yorumunuzu tutarsız buluyorum derseniz, İslami ve Kur’ani arasındaki farka dikkat çekip hakikatten bir parça barındırdığınızı söylemiş olursunuz. Aynı zamanda epistemik ontoloji” kavramsallaştırmasıyla Hakikat’in farklı yansımalarını, ondan bir parça olduğunu, ama onunla özdeşleştirilemeceğini, önemli olan kesrette/çokluk içinde vahdet/birliği görebilmek olduğunu da söylemiş olursunuz.
İyi ama “ İslam Felsefesi, Hz. Muhammed’in getirdiği son sistem bağlamında Tanrı Evren ve İnsan irtibatını kadim kültürlerin de birikimiyle anlamak ve açıklamak ise, diğer bir ifadeyle, Müslüman âlimlerin İslam kültürü ve temel öncüller üzerine ürettiklerini mukayeseli okumak ise, Müslüman olmayan filozofların ürettiği düşüncelerin yeri nedir?” Kadim kültürleri mukayeseli ve eleştirel okuyup, Hakikat’e dair kim ne getirirse biz ona şükran duyarız, dediklerini ikinci plana atmayı düşünmeyiz kesinlikle. Çünkü “İslam” ibaresi ortaya çıktığı siyasi, sosyal ve dini düşünceyi ifade etmesi anlamında kullanılır. Yani bir sıfat olup, düşüncenin ürünü olan kültüre ve medeniyete işaret eder. Dolayısıyla Tanrı, âlem, birey ve topluma dair yorumları Hakikat’i anlama çabası olan Ezeli Hikmet’ten bir parça olup, yeni bir perspektif oluşturma çabasında son derece önemlidir.
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık
HLotus