Hikem-i Ataiyye sahibi der ki: “İnsan nevî üç kısımdır; Bir kısım insan vardır, ekmek gibidir. Ondan ayrı yaşamak kabil değildir. Bir kısım insan daha vardır, o da ilaç gibidir. Hastalık zamanında yetişir, dertlere derman olur. Arada bir lazımdır. Yine bir kısım insan daha vardır ki, hastalık gibidir. İnsanı beladan belaya sürükler. Ondan uzak durmalı, kaçınmalıdır.”
“İnsandan insana şükür ki fark var” diyor Sezai Karakoç. Şükre vesile kılacak kadar değerli olan şey nedir acaba? İnsan vardır, hakikatten bahseder, batıla hizmet eder. İnsan vardır batıldan vardır, hakikate hizmet eder. Bir bakarsın alnının secdeden kaldırmayan adamın yeri cehennemdir. Bir bakarsın ömrü hayatında iki rekat namaz kılar adam, cennettir yeri. Hallac-ı Mansur öyle demiyor mu? “İki rekât namaz insanı Allah’a kavuşturmak için yeterlidir. Yeter ki abdesti kanla alınmış olsun.”
“Nesin sen, hakikat olsan da çekil” diyor Necip Fazıl. Hepimiz aynı gerçeğin peşinde koşuyor ve aynı gerçeği anlatıyoruz. Aramızdaski fark “Nasıl?” sorusuna verdiğimiz cevap. Bu da “Usûl” problemi. İnsanı kendinde nefret ettirerek hakikate çağıran bütün yollar sonunda sahneden çekilmeye mahkumdur. Herkes Hakk’a kulluk eder, lakin Hakk’ın rızasına layık olan kim? Dürüst olmakla dosdoğru olmanın aynı şeyler olduğunu kim iddia edebilir? Sözün ve sükûtun yeri farklıdır. Konuşmak gereken yerde susmak zehirdir, susmak gereken yerde konuşmak da zehir. Ne sükût yeter anlamaya hakikati, ne kelam.
Emirin biri atı üstünde gidiyormuş. Bakmış ki adamın biri bir ağacın gölgesinde uyuyor. Ağzından kara bir yılan giriyor içeri ama adam farkında değil. Yılanı ürkütmek için atını sürse de başaramıyor emir. Düşünüyor, yılanı nasıl çıkaracağım?
Adamın yanına varıyor ve başlıyor adamı kamçısıyla dövmeye. Neye uğradığını şaşıran adam feryat ediyor:“Ben ne yaptım sana, sen ne zalimsin bir emirsin böyle!” Emir kulak asmıyor adamın feryatlarına. Dağ bayır koşturup adamı, devam ediyor kamçılamaya. Ağaçtan çürük elmalar koparıp tıkıyor adamın ağzına. Kan revan içinde adam, çaresiz katlanıyor emirin dayaklarına… Soluk soluğa kalıyor adam, kurtulmaya çalışıyor düşe kalka. Nihayet dağ bayır koşup durmaktan, çürük elma yemekten ağrılar saplanıyor karnına. Midesi kalkıyor, boşaltıyor içinde ne var ne yoksa. Bir de bakıyor ki, çıkanlar içinden kara bir yılan düşüyor toprağa. Şaşırıp kalıyor karşılaştığı duruma. Anlıyor, sağlık varmış emirin dayaklarında.
“Sen bana Allah’ın bir lütfusun” diyor emire. “Kıymetini bilemedim, hakaret ettim sana. Oysa sen beni yılandan kurtardın, beni bağışla.” Emir yaptığı işten memnun diyor ki adama,“Eğer sana gerçeği söyleseydim parçalardın kendini. Korkudan atardın uçurumlara.”
“Bilen adamın hali başkadır”derler. Rûmî der ki; “Ehl-i irfanın verdiği zehir bile canlara safadır.” Kâinatın Efendisi buyurur ki; “eğer size içinizdeki nefs gerçeğini anlatsaydım, sizde ne savaşmaya kudret kalırdı, ne yaşamaya istek. O yüzden ben sizi sükûtla terbiye ederim.”
Bir perde çekilmiş kaderle aramıza. Hepimiz yırtmak istiyoruz perdeyi, yırttıkça büyüyor perde karşımızda. Masumdur insan, daha kendini bilmeden dünyayı anlatır etrafına. Bilmez ki şerbet diye sunduğu zehir saçar insanlara. Söylediği söz, sustuğu sır, hakikat için perdedir adeta.
Ekrem Özdemir
– Haber Lotus –
HLotus