Ana Sayfa > Gündem > Eylemden Söyleme: İki İslamcılık

Eylemden Söyleme: İki İslamcılık

İslamcılık akımı Müslümanlar arasında değerlendirilirken bir taraf, bu akımın “yerli” olmadığı yargısını ileri sürüyor; diğer taraf, yerliliğin “millilik” haline dönüştürüldüğünü, dolayısıyla sağcı/ ulusalcı/ mezhepçi/ gelenekçi telakkilerden sıyrılıp İslam’ın bağımsız ve yeterli üst kimliğine istinad etmesi gerektiğini savunuyor. Önümüzdeki dönemde, “yerli bir İslami düşünüş”[1] ile “tevhidi şuura sahip, dindar, aksiyoncu, ümmetçi Müslümanlık”[2] tanımlarıyla kendini kavramlaştırmaya çalışan “iki İslamcılık” arasında fikir mücadelesi yoğunlaşacak.   Aslında bu tartışma, Cemaleddin Afgani’nin İttihad-ı İslam ve direniş stratejisi ile emperyalizme/ hurafelere (ve tasavvufa)/ istibdada/ geri kalmışlığa itirazının 150 yıldır bir sonuç oluşturmamasının anlaşılmasıyla ortaya çıktı. Topraksız bir ümmetin çocukları mı olacağız? Yoksa İslam’ın mührünü vurduğu bir toprağın “vatan” olmaktan asla çıkmayacağı fikrinden mi hareket edeceğiz? Tartışma Sünni doktrin ile Şia- Mutezilî doktrin arasında. Dolayısıyla Sünnî doktrini savunduğunuzda “yerliliğe” ve Şia- Mutezilî doktrini savunduğunuzda “ümmet bilincine” vurgu yapmanız kaçınılmaz. Türkiye’de İslamcılık işte bu ikinci damardan gelip gelişiyor.

Mümtaz’er Türköne’nin sözleri yukarıdaki ayrışmayı belirgin kılmaktadır: “Sünni İslam’ın tarih boyunca geliştirdiği ve savunduğu anlayış, neredeyse her türlü otoriteye itaati meşrulaştırma noktasına gelmişti. Yeni Osmanlıların içinden çıktıkları bu gelenekten bir başkaldırı hakkı ve itaatsizlik tezi çıkarmaları oldukça güçtür.Yeni Osmanlılar’ın hücumlarını padişahı hariç tutarak Babıâli’ye yöneltmeleri (…) biraz da bu geleneğin elverişsizliğindendir Ancak Ali Suavî’nin yazdıkları ve İnkılab cenahı bir istisna oluşturuyor (…) Suavî halkı eyleme çağırır; bunu yaparken doğrudan Kur’anî emirlere, Ortaçağ hukukçularına ve İslamın selefî yorumlarına müracaat eder. (…) Muhbir’i çıkarırken, Sünnî geleneğin aksine “zalim”e karşı başkaldırı hakkını savunur: “Zalimin şer’an def’i lazımdır” (…) Ali Suavî’nin (…) geliştirdiği itaatsizlik tezi, İslam’ın özgün bir selefi yorumuna dayanmaktadır (…) (din) vasıtasıyla halk sultana itaat eder. Vasıta kalkınca itaat da kalkar (…) halifenin hallinin gereği şer’i delilleriyle savunulur” der.[3]

Aslında bu yaklaşımın temellerinin nasıl oluştuğu üzerine şunu düşünebiliriz: Osmanlı’nın son döneminde telfik düşüncesi ve mezheplerin birleştirilmesi meselesi ortaya çıkıyor. Taha Akyol bir yazısında bunu anlatır: “Mecelle’nin hazırlanmasında Cevdet Paşa’nın tek mezhebin içtihatlarına dayanmak mecburiyetinde kalması, bugünkü “çok-hukuklu sistem” taraftarları bakımından ibret alınacak bir talihsizliktir. Günümüzdeki İslam hukuku alimi Hayreddin Karaman da Mecelle’nin tek mezhepten kaynaklanmasına yöneltilen eleştirilerin haklı olduğunu belirtir (…) Cevdet Paşa’nın bir zorluğu var. İslam hukukunun çeşitli içtihatlarından yararlanamıyor; taassubun baskısı bunu engelliyor. Halbuki, ilerde, 1917’de çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde bu başarılmış, muhtelif mezheplerin içtihatlarından istifade edilmiştir. Cevdet Paşa zamanında, maalesef bu mümkün olmamıştır (…) Ebul’ula Mardin, Cevdet Paşa’nın karşılaştığı bu zorluklar yüzünden tek mezhebin hukukçularına dayanmak mecburiyetinde kaldığını belirtir, örnekler verir. Mesela, Maliki mezhebindeki alacağın temliki ve borcun nakli gibi, Roma hukukunda bile bulunmayan ve ilk olarak 1900 yılındaki Alman Medeni Kanunu’nda yer alan hükümlerden faydalanmak mümkün olmamıştır. Çünkü Mecelle, sırf Hanefı fıkhına dayanır”[4]. Ancak o dönemin “birlik” ruhunu yansıtan daha temelli fikirler Abduh- Reşid Rıza ekolüydü: “Hilafet makamını gasbeden zalim, müstebid emir ve hükümdarlar, bunlara alet olmaktan başka bir meziyetleri bulunmadığı halde ifta makamını işgal eden fukaha sınıfındaki cahiller, müslümanlar için rahmetten ibaret olan mezhepleri çığırından çıkarıyorlar (…) her birisi kendi mezhebini temel kılarak Kur’an ve hadisi oraya tatbik etmeye çalışıyorlar (…) din birliği emrediyor, müslümanlar ise tefrika, iki yüzlülük ve parçalanma içinde batıp gidiyorlar (…) bunun için iki çare buluyoruz: Biri, inanç itibariyle birbirine muhalif bulunan fırka ve mezhepler (…) bilhassa iki büyük fırka olan ehl-i sünnet ile şia alimleri arasında tam bir anlaşma vücuda gelmektir (…) İkincisi de fıkıh mezheplerini birleştirerek ‘islam fıkhı’ çerçevesi içinde hareket etmektir”[5]. Bu satırların yazarı Aksekili Ahmed Hamdi. Reşid Rıza’nın kitabına yazdığı önsözdeki fikirleri, o dönemde “birlik” söylemi altında tevhid’in anlamının nerelere uzandığını göstermesi bakımından ilginç sayılmalıdır.

Yine de meseleyi yerli olmak- ümmet bilincine ermek ikileminden kurtarmalı. İktidarın eleştirilmesi ve “şer’an da aklen de sakıt olması” meselesi Resulullah’ın irtihalinden hemen sonra seçilen halifeler münasebetiyle gündeme gelmişti. İslamcılık 19. yüzyılda siyasi bir ideolojik duruş haline gelince bu tartışmaları tazeledi ve Hz. Ali (ra)’nin mücadelesi üzerinden kendine teorik temeller bulmaya başladı. Dolayısıyla son dönem Osmanlı aydınında, ameli mezhepte Sünnî ve siyasi mezhepte Şia- Mutezilî yaklaşımlar gelişti. Bu, Kur’an’a dönüşün kaçınılmaz sonucuydu. İslamcılar, adeta yeni ihtida etmiş topluluklar gibi durumlarına Kur’an’dan deliller topluyorlardı. Tıpkı Hz. Ali dönemi fikir akımları gibi, Kur’an’ı yeniden okudular.

Nitekim, Raşid Halifeler döneminde fetihler ilk seçkin topluluğun değerlerini hemen idrak edemeyecek kadar çok sayıda insan ve topluluğu Müslüman dünyaya taşıdı. Bir algılama farklılaşması yaygınlaştı. Adalet düşüncesinin ve taleplerinin farklılaşması bir anlamda Hz. Ali (ra)’nin yenilgisiydi. Gerçekte Hz. Ali (ra)’nin Hz. Talha- Zübeyr (ra.e) ve Muaviye ile çekişmesi dinin getirdiği adalet modelinin pratiğe geçirilmesi ile ilgili değildi. Asıl problem kamusal dindarlığı, adil- muttakî imamın mı, yoksa profesyonel yöneticilerin mi taşıyacağı hususundaydı. Halk muttakîleri seçmek isterken, profesyoneller kuvvete başvurdular. Toprağın sürekli genişlemesi ve servetin merkezde büyümesi nedeniyle Müslüman toplumun dimağında yöneticinin hep en faziletli kişilerden seçilmesi gerektiği bilgisi aşınmaya uğramıştı. Merkeze akan servet, toplumun konformizme tutulmasına sebeb olmaktaydı. Araç gereçlerin insanın refahına göre yeniden konumlanması düşüncesi ile dindarlık (takva) arasında bir kırılma olmadığı ifade edilmeye başlandı. Zenginlik, dünyayı yeniden ve dindarane söylemle inşa etmeye yöneldi. Hz. Ali (ra) artık ivme almış değişim sürecini sert bir şekilde durdurmak iddiası taşıyordu. Zengin ile dindar (muttakî) olarak ayrışmış- kırılmış toplumsal parçalara, Hz. Ali (ra)’nin fakir ve muttakî olmaya yönelik “eşitlikçi” çağrısı dehşetli bir “kayıp” hissi verdi. Hz. Ali (ra), Muaviye’ye takva adına muhalifti. Adalet isteyenlerin sembolü idi. Ancak yandaşlarının çoğu adaleti, atâ (devletten maaş) olarak anlamaktaydı. Hz. Ali (ra), çiftçiler, köleler, azatlılar, bedeviler denilen “gariplerin” ve mustazafların sembolüydü. Yani geçim, dirlik bulmak isteyenlerin. Daha fakir olanlar lehine konformizmi terketmeye yönelik çağrı toplumun tüm kesimlerince kabul edilmiş olmadığı için, Hz. Ali (ra)’nin temsil ettiği fikir- yaşantı, “zengin- dindarlık” ile çatıştı. Hz. Ali (ra)’nin “Yöneten İmam” fikri, fikrin doğruluğunu kanıtlama aygıtı olarak savaşı/ çatışmayı, müslümanların birbirlerine silah çekmelerini kaçınılmaz kıldı. Oysa Kur’an’î bir metod olarak Habil, dâvâsında haklı bile olsa Kabil’e vurmaktan çekinmişti (Maide, 28). İki şehadetin ortaya çıkması gösteriyor ki, bu şehadetler birilerinin zengin olma hırsı nedeniyle vuku bulmuştur. Yine iki şehadetin de iki zengin- mütrefin/ mele eliyle çıkmış olması gösteriyor ki, Hz. Ali (ra), Habil gibi davranmamıştır. Lakin Allah (cc), Habil’in yolunu Kitab’ında övmüştür.

Hz. Ali (ra)’nin açtığı yol, Hz. Hüseyin (H. 61), Abdullah b. Zübeyr (H. 72), Zeyd b. Ali (H. 122), Yahya b. Zeyd (H. 125), Yezid b. Velid (H. 127) vb. isimlerle genişletildi. İktidarı gasıp olarak niteleme, istibdat odağı görme ve “çatışma” yoluyla dize getirme, İslam siyaset teorisinde Şia ve Mutezile’nin fıkhî tercihi oldu. Çatışmayı “Yöneten İmam” ilahi seçimle gelmeli, diyenler Şia; hayır seçimle gelmeli, diyenler de Mutezilî oldular. Ancak Kur’an’da bir örnek daha bu yolu desteklemeyecek bir metodla geldi. Firavun, Musa’nın kavmine zulm ettiği, hatta erkekleri öldürüp kadınları sağ bıraktığı, yeni doğmuş erkek çocukları katlettiği halde Allah, Musa’ya şöyle dedi: “Firavuna gidin o azdı, O’na yumuşak söyleyin” (20 Tâhâ 43- 44). Bu beyandan olsa gerek, Peygamber (asv) de “çatışmasız bir muhalefet”i sünnet eyledi. Hakkı söylediği için kendisine eza eden Ebu Cehil ve Ebu Leheb’i davet edip yemek bile verdi. Canına kast ettiklerini bildiği halde, kendisine emanet edilmiş malları sahiplerine iade etti. Nihayet Mekke, çatışmayla değil, “sivil muhalefetle” fethedildi. “Söyleyen pasifizm” iktidarı dize getirdi. “Yürüyen ahlâk” kavgayı bitirdi. Sünni doktrin’in “muhalif itaat” ya da “Yöneten Teb’a” şeklinde kavramlaştırılabilecek yapısıyla nebilerin sünnetini birlikte telif etmeye imkan verecek bir mecra vardır. İslamcıların çalışmadığı ve Sünni doktrinin de İmam-ı Azam, Hasan-ı Basrî gibi fakihlerce işlenen yolu buydu.

Bu cümleler Hz. Ali (ra)’nin ismini ve konumunu tahfif etmek için değil. Şecaat, ilim ve hikmetin kapısı İmam-ı Ali’dir. Ama benim itikadımca imamlar da içtihatlarında hata ehlidirler. Meleklerin bilemediği isimlerin kendisine öğretilmiş olduğu Hz. Adem (as), cennette bir iktidar aradığı için cennetten düşmemiş miydi? “Derken Şeytan ona vesvese verdi: ey Âdem! Sana kılâğuzluk edeyim mi Huld ağacına (sonsuzluk ağacına) ve çürümez (tükenmez) mülke? Dedi” (20 Tâhâ 120).

İslamcılık “yerleşik statüko- totaliter devlet” söylemiyle 19. yüzyıldan itibaren bir yol ayrımına geldi, çıkamıyor. Günümüz Türkiye insanına da müslümanlığın gereği veya neticesi bir model sunamıyor. Söylem değil iktidar isteyen bir dinselliğin ahalinin geçimi ve düzeni hakkında bu ülkeye ait bir tefekkürü olması gerekli değil mi? Türkiye’deki İslamcılığın dikkate alması gerektiği; Habil’in Kabil’e veya Musa’nın Firavun’a yönelik tavrını tasdik edeceği, ama bu güne değin başvurmadığı böyle bir deneyim var. Hakkı söyleyen mi olunacak, yoksa iktidar mı? Söylemek bir kavgadır ve o, kavgayı söylemekten güçlüdür. Sanırım bütün nebilerin meselesi buydu!


[1] Dücane Cündioğlu, Türkiye’de ‘Yerli’ Bir  İslami Düşünüşün İmkanlarına Dair (I- II), Yeni Şafak, 13- 14 Nisan 1999

[2] Hamza Türkmen, Türkiye’de İslamcılığın Kökleri, Ekin, 2008: 186

[3] Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim, 1991: 124- 26.

[4] Taha Akyol, Osmanlı’da Hukuk Modernleşmesi, Köprü Dergisi, 1998, sayı: 61.

[5] Reşid Rıza, İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, DİB yay. 1974: 20- 21.

Lütfi Bergen

– Haber Lotus –

HLotus

One thought on “Eylemden Söyleme: İki İslamcılık

  1. yazının önerdiği yol ve yordama itirazım yok..lakin bu yol’un tam da Ali’nin yolu olduğuna dair bir kanaat taşıyorum..imam Hasan dan önce Ali bu yolu denedi ve ma’kes bulmadı.Hasan’ı da zehirlediler..İktidar her yolu mübah sayarsa sizin yapabileceğiniz fazla bir şey yoktur..bu konuda daha fazlasını söyleyeceğim..ancak şunu belitmemde yarar var.L. BERGEN cesaret gerektiren şeyler söylemiş. Tebrik ediyorum..Ben her iki ekolün yahut tarzın usulün şimdiki zamana yanıt veremeyecek hale geidiği kanısındayım..yeni bir durum ve yeni bir duruş için daha farklı parametreler üretilmesi gerek..şimdiyi geçmişe onaylatmak gibi bir açmazımız var.sorarım size..Şimdiki Ben’i nasıl anlasın bin yıl evvelki bir başka ben.?herşey farklı herşey..!vesselam.!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.