Ana Sayfa > Gündem > İmam Rabbânî (k.s.) Gerçekte Vahdet-i Vücûd Ehlidir

İmam Rabbânî (k.s.) Gerçekte Vahdet-i Vücûd Ehlidir

Rûznâme.net sitesinde ismini vermemiş olan bir arkadaş,, Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i Şuhûd Arasında 10 temel fark tesbît etmiş… Başlıkları hazırlayan arkadaş,, listenin oluşturulmasında, Necdet Tosun’un “İmâm Rabbânî Ahmed Sirhindî Hayatı, Eserleri, Tasavvufi Görüşleri” (İnsan Yayınları) adlı kitaptan istifâde etdiğini söylemiş. Yazıyı hazırlayan arkadaşa teşekkür ediyoruz…

 

Necdet Tosun’un kitâbından iktibâs ve istifâde yollu çıkarılmış bu netîcelerin,, derli toplu bir özet mâhiyetinde olmasını bir fırsat olarak görüyor,,  bu büyük ve derin irfânî mevzûları,, ögrenmeye hevesli okuyucuyu bilgilendirebilmem noktasında bir başlangıç basamağı olarak  değerlendiriyorum… Bu mes’eleyi bir kitap hacmine sığdırarak açıklamak bile zor iken ve böyle ağır bir kitabın okunması bile gayet külfetli bir iş iken,, derli toplu bir özet olarak karşımda bulduğum bu maddeleri,, geniş bir kitleye hitâbı kolaylaştırması noktasında bir fırsat olarak telâkkî ediyorum… İnşAllah bu fırsat kapısından, ma’rifetullaha (Allah’ı tanımaya) ezelî istidâdı olanları çekebilirim.

 

On maddeyle özetlenmis olarak önümde bulduğum bu tesbîtlere,,  okuyucuyu bu büyük mes’elelerin deryâsında boğmadan ve okuyucunun tahammülünü de zorlamadan yine kısa ve özet cevaplar vereceğim.

 

Not: Koyu  renkliyazılar (maddeler), “İmâmRabbânîAhmedSirhindîHayatı, Eserleri, TasavvufiGörüşleri” (NecdetTosunnsanYayınları) adlı kitaptan, istifâdeyolluçikarilmisnetîcelerdir. Hemenaltındakiıkrenkliyorumlarise, omeselehakkındakiVahdetiVücûdirfânını müdâfayorumlarımızdır.
Vahdeti Vucüd ile Vahdeti Şuhud Arasındaki 10 Fark

1. Âlemin gölge olduğu konusu:
Vahdeti vucüd ehline göre Âlem Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesidir. Âlem hayaldir ve gerçekliği yoktur. Var olan sadece Allah’ın zatıdır. Vahdeti şuhuda göreyse, Âlem gölge olmakla birlikte, bir gerçekliği vardır, hayal ürünü değildir. Hem bu gölge asıldan farklıdır.

 

Vahdet-i Vücûd ehline göre, Kâinât,, ya’nî Eşyâyı Kâinât ya’nî maddî âlem,, Allah’ın gölgesi değil,, gölgesi gibidir (ontolojik i’tibârla),, Allah’ın mutlak varlığına nisbetle, dikkat edin nisbetle,, Eşyâyı Kâinâtın varlığı bir gölge mesâbesindedir… İmâm Rabbânî (k.s.) de aynı görüştedir. Vahdet-i Vücûd ehline göre, âlem hâyâldir fakat geçekliği yoktur anlamında bir hayâl değil,, GERÇEKLİĞİ VARDIR,, “Gerçekliği olan bir hayâldir”. Eşyâyı Kâinâtın Vahdet-i Vücûd ehli ârif ve Evliyâullaha göre hayâl olması,, yine Hakk Teâlânın mutlak ve hakikî varlığına nisbetledir… Demek ki Eşyâyı Kâinâtın bir gerçekliği vardır fakat mutlak gerçekliği yoktur. Çünkü Mutlak gerçeklik sâdece Hakk Teâlâya mahsûstur…

 

Vahdet-i Vücûd ehline göre bu âlem, filozofların iddîâ ettikleri gibi bir evhâm ve tasavvur ve içsel görüş anlamında bir hayâl değildir. Ne yazık ki Evliyâyı anlamayanlar böyle olduğunu zannetmiş ve kendi ikbâlleri için dînsiz filozoflarla ârifleri aynı kefede telâkkî etmekte beis görmemişlerdir… Vahdet-i Vücûd ehli büyüklerin murâd ettikleri hayâl kavrâmı çok geniş ve derîn anlamları olan bir kavramdır. Hakk Teâlânın Hakikî varlığına nisbetle elbette âlem, gelip geçici bir hayâl ve mutlak gerçek olmayan bir yansımadan ibârettir. Elbette o yansımanın aslı Hakk Teâlâdır… Yansımanın (Hayâlin) aslı Hakk Teâlâ olunca, hiç bu yansıma boş ve bâtıl,, temelsiz ve netîcesiz olur mu? Vahdet-i Vücûd ehli ârif ve Evliyâullahın murâdı,, Hakk Teâlâdan ayrı bilmedikleri âlemleri,, hakikîlik ve mutlaklık noktasında Hakk Teâlâdan ayırmak ve Hakk’ı tenzîh etmektir… Mutlak varlık ve Hakikî varlık, Hak Teâlâya mahsûstur.

2. Kötülüğün Göreceliliği konusu:
Vahdeti vucüda göre her şey Allah’ın bir tecellisi olduğu için, mutlak kötülükten bahsetmek mümkün değildir. Küfür de zatı itibariye kötü değil, imanla karşilaştırıldığında, yani göreceli olarak kötüdür. Vahdeti Şuhud ise âlemin aslını ademler (yokluklar) oluşturduğu için kötülük izafi değil aslidir der.

 

Mutlak kötü, her yönden kötü demektir. Kâinatta her yönden kötü olabilecek hiç bir unsur yoktur. Âlemde, her yönü ile kötü olabilecek hiç bir unsûr hiç bir element ve bileşik ve sistem gösterilemez,, Bu lüzûmsuzdur abestir veyâ kötüdür,, keşke yaratılmasaydı denebilecek bir nesne âlemde yoktur…. Âlemdeki Her varlık bir değer ifâde eder, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, fayda ve zarâr,, birer varlık değil,, varlığın kendisine âid nitelikler değil, varlığâ atfedilen niteliklerdir  ve bu nitelikler, değerlendiricinin mâhiyetine, konumuna ve mevkiine göre i’tibârîdir, değişkendir. Ya’nî bu nitelikler değerlendirmeyi yapanın yapısına konumuna ve bakışına göre değişir… Değerlendiricinin mâhiyeti (yapısı), konumu ve mevkii değiştiğinde, fayda-zarâr, iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik nitelemeleri değişebilir. Kuşbakışı ve ihâta edici bir anlayış,, iyi-kötü, faydalı-zarârlı gibi nitelikleri inkâr etmemekle birlikte, her şeyin biriyle bağımlı olduğunu ve mutlak bir çirkinlik, kötülük ve zarâr olamayacağını kolaylıkla anlar ve görür.

 

Mutlak kötülük, mutlak çirkinlik, mutlak zarârın olmadığı görüşüne i’tirâz eden,, aslında mutlak kavramının ne olduğunu bilmeyendir. Mutlak kötü, mutlak zarâr veyâ mutlak çirkinlik,, her yönden her bakımdan çirkin, kötü ve zarârlı demektir ki, ortada bir varlık olduğu müddetçe bu mümkin değildir. Mutlak şerr, mutlak çirkinlik, mutlak zarâr gibi nitelikler ancak mutlak yokluğun nitelikleri ve sıfâtları olabilir, ortada görünen veyâ görünmeyen,, izâfî veyâ hakikî bir varlık olduğu müddetçe “mutlak olumsuz” niteliklerden bahsedilemez…

 

Varlıkta asl olan Hayır, fayda ve güzelliktir. Şerr, zarâr ve çirkinlik ârizîdir, geçicidir… Varlık Asl i’tibâriyle bir değerdir. Çünkü varlığın menşei ve sâhibi Hakk Teâlâdır… Varlıktaki niteliği ne olursa olsun, her mahlûk, vâr oluşu sebebiyle bir lütûf içinde ve mutlak varlık olan Hakk Teâlâ ile bir münâsebet dâhilindedir…

 

Adem’den (yokluktan) murâd “mutlak adem” olursa, “mutlak adem” den ezelî ve ebedî olarak varlık çikmaz ve bir şey zuhûr etmez… Adem’den murâd, “îzâfî adem” olursa îzâfî adem, gerçek bir yokluk değildir,, varlığın başka bir türüdür… Eğer Âlemin aslı mutlak yokluk olsaydı, Kâinât hiç açığa çikmazdi… Eğer Âlemin aslı îzâfî âdemlerdir deniliyorsa, îzâfî âdemler de görünmeyen varlıklar olduğu için, bize göre yok hükmünde olduğu olsa bile fakat gerçekte varlığın bir türü oldukları için,, bu varlıklar da Hakk’a dayanır ve sonuç i’tibâriyle Kâinât îzâfî yokluğa da nisbet edilse, Hakk’a nisbet edilmiş, Hakk’a dayanmış olur… Ve Hakk’ın varlığına bağıntısı olan bu  Kâinâtta,, zarâr, şerr ve çirkinlik aslî ve mutlak olamaz… Meselâ insân için fakirlik-yoksulluk îzâfî bir yokluktur, mutlak yokluk, yoksunluk gibi gözüken îzâfî bir yokluktur aslında bu tür yokluk ve yoksunluklar, mutlak varlığa daha yakın olan bir varlık çesididir böyle olunca bu tür yokluklar varlığa ve kemâlâtlara gebe olan bir varlık hâlidir. Bu tür yokluklar, bize göre bir yokluk ya’nî îzâfî bir yokluktur hakikî bir yokluk değildir… İşte bu temel irfânî bilgi sebebiyledir ki Hazret-i Şeyh (İbnü’l-Arabî),, Allah’ta fenâ’yı, Allah’ta yok olmak ve yok oluş olarak olarak algılamaz,, Allah’ta fenâ hâlini,, Varlığının Allah’a âid olduğunu bilmez iken bunu bilip idrâk etmekten ibâret olduğunu belirtir…Yoksa, varlığın yokluğa, yokluğun varlığa inkılab etmesi mümkün değildir, ancak varlığın hâlden hâle geçip, değişip dönüşmesi söz konusudur…

 

İslâm dîni bağlamında dahî mutlak kötülük ve mutlak zarârdan bahsedilemez,,Mesêlâ; Mü’minler,, kâfirler ve şeytân sâyesinde cennete yol bulurlar şeytân olmasaydı mü’minler terâkkî edemezdi… Arsenik zehirdir fakat, içinde şifâ etkisi de vardır… Aynı şey, bir canlıya nisbeten zarâr verirken diğer canlıya nisbeten fayda verir. İşin daha problemli tarafı şudur ki; Neyin zarâr, neyin fayda, neyin iyi neyin kötü olduğunu bile bilmek tâmm olarak mümkün değilken,, mutlak kötülük iddiâsında bulunmak abesle iştigâldir…

3. VelayetNübüvvet ilişkisi:
Vahdeti vucüdçülara göre, bir peygamberin velilik yönü, onun nebilik yönünden daha üstündür. Çünkü velayet Allaha, nübüvvet kullara yöneliktir. Vahdeti şuhuda göreyse, nübüvvet velayetten üstündür. Çünkü nebilik sadece insanlara yönelik değil Allaha da yöneliktir.

 

Nübüvvet velâyetten elbette üstün olamaz ancak nebîlik veliyylikten üstün olabilir. Çünkü Velâyet asıldır. Velâyet Hakk’a yakınlık, Nübüvvet ise Hakk’ın emirlerini Halka tebliğdir. Hakk’ı Halka tebliğ, Hakk’a vâsıl olmanın ötesinde ayrı bir külfet ve ayrı bir meşakkat olduğu için en fazîletli veliyylere bu rütbe verilmiştir lâkin bu durum bir nebîdeki velâyetin (Hakk’a yakınlık irtibâtının) asıl ve temel olmasını engellemez… Nübüvvet, Velâyet dâiresindeki mümtâz bir rütbe ve görevdir. Ve en fazîletli veliyylere tevdî edilen bir görevdir. Nübüvvet,, velâyet dâiresinde mürettep bir görev olduğu için ve aslolan velâyet olduğu için Velâyet nübüvvetten âlâdir…Kulun Velâyeti, ya’nî Hakk ile olan muamelesi,, aynı kulun nübüvvetinden ya’nî Halk ile olan muamelesinden daha alâdır. Bu durum, göğün yukarıda, yerin de aşağıda olması kadar gerçekçi bir netîcedir. Fakat Nebîler veliyylerden daha fazîletlidir. Nebîler,, veliyyler içindeki en seçkin zümredir.

4. OruçNamaz üstünlügü:
Vahdeti vucüd ehli oruç ibadetini namazdan üstün tutarlar. Çünkü oruçta Allah’ınSamedisminin tecellisi vardır. Namazda ise ibadet eden ve edilen ikiliği vardır. Şuhud ehline göre, namaz oruçtan üstündür. Çünkü namaz müminin miracıdır.

 

Böyle bir üstün tutma işi yoktur, bu üstünlük mes’elesini hazret-i imâm bahse açmıştır. Her iki ibâdetin karakteristik olarak fazîletleri vardır. Oruç yokluktaki bir kemâldir. Namaz, varlık noktasındaki bir kemaldir. Oruç kadınlık gibidir namaz erkeklik gibidir. Çünkü Oruç; edilgen (hareketsiz) bir ibâdet Namaz etkin (hareketli)  bir ibâdettir. Oruç toprak ise Namâz yağmur gibidir… Her ikisinin (kadın ve erkeğin) mahiyetlerine özgü kemâlâtları vardır. Lakin kadının mâhiyeti veyâ fenânın mâhiyeti çok mühîmdir,, kadın olmadan, edilgenlik olmadan hiç birşey husûle gelmez, kadınlık veyâ edilgenlik, temel ve ana unsurdur. Namâz ve Oruç arasındaki farkları bizim anlattığımız gibi kemâlâtlar arasındaki farklılıklar olarak anlatmakta fayda vardır, hangisi üstündür bahsini açmakta herâlde fayda yoktur. Ve Hâtemü’l-Evliyâ Muhyiddîn arâbî hazretleri hikmet üzre tafsîlâtlı olarak bizi bu tür bilgilere ulaştırmıştır.

5. Hz. Âdem’den önceki zaman:
Vahdeti vucüd ehli, ilk insan Hz. Âdem’den önce, âleme başka insan nesilleri gelip geçmiştir. Vahdeti Şuhud’ün görüşüyse, Hz. Ademden önce dünyaya insan gelmemiş ama Misal aleminde Hz Adem ve sonraki nesillerin latifeleri vucüd bulmuştur.

 

Vahdet-i şuhudun görüşü diye bir görüş yoktur… Vahdet-i Vücûd bütün evliyânın mezhebidir. Hazret-i Âdemin ilk insân ve ilk halife olmasının mânâsı şudur; Hazret-i Âdem,, Allah’ın bütün isimlerini külliyen varlığında yansıtmaya ve Allah’tan olan rûhu taşimaya istidâtlı bir yaratılış (fizik beden) ile yaratılan ilk insândır. İşte bu isti’dâdı (kabiliyyeti) yüzünden ona halîfe denmiştir. Bu insân, Allah’ın yeryüzündeki vekîli ve halîfesidir. Hazret-i âdemden önce nice İNSANIMSI ların olabileceğine dâir hazreti Şeyhin (Muhyiddîn A.rabî) açık keşfi (müşâhedesi) vardır (Soner Yalçın’ın arzın merkezine seyâhati yazıma bakabilirsiniz)… Ayrıca Kâinât sonsuzdur ve sonsuz kâinâtlar vardır ve oralar da da insânlar vardır,, hattâ bizim Kainâtın kopyası olan kendi varlığımızın içinde dahî sayısız insânlar vardır…

 

Hazret-i İmâmın bu ve buna benzer irfânî mes’elelerdeki bilgisi, Hâtemü’l Evliyâ Muhyiddîn Arabî hazretleriyle mukayese edilemeyecek düzeydedir…Hazret-i İmâmın, Muhyiddîn Arabî hazretleri karşisındaki durumu en fazla en çok veyâ en iyi ihtimâlle,, Hazret-i Mûsâ’nın Hazret-i Hızır karşisındaki durumu gibi olur. Hazret-i Mûsâ, nebîlik rütbesi gereği daha faziletli bir kul olsa bile, Hazret-i Hızır’ın bildiği nice ilimleri BİLMEDİĞİ Kur’an’ın ihbârıyla ortadadır…

6. Ehli Fetretin Ahiretteki durumu:
Vahdeti vucüdün görüşüne göre, kendilerine dünyadayken islam hakkında hiç bir bilgi ve tebliğ ulaşmayanlar yani ehli fetret için ahirette, bir peygamber gönderilecek, ona inanlar mümin sayılacaktır. Vahdeti Şuhud ehline göre ise, ahiret teklif yeri değil, ceza yeri olduğundan bu insanlar, imandan sorulmayacak, yalnızca dünya işlerinde yaptıkları amelleri tartılacak, ona göre bir miktar azab ya da mükâfat gördükten sonra, hayvanlar gibi yok olacaklardır.

 

Bu madde doğru ve düzgün bir biçimde özetlenmemis… Bu mes’eleyi îzâh için uzun nakiller ile mes’eleyi îzâha girişmem,, derli toplu ve özet cevâplarımın düzenini bozar. Şu temel bilgilerle iktifâ edeyim. Hazret-i Şeyhin bu noktada ki i’tikadı,, istidlâl ve akıl yürütme değildir bizzât müşâhededir (mahşerde olacak vakıayı görüp anlatmıştır), Hazret-i İmâm ise Müctehîd âlimler gibi akıl yürütüp kıyas yapmıştır. Hazret-i Şeyhin bu noktadaki müşâhedesinin Kur’âna mutabıklığı,,eğerkonu îzâh edilirse herkes tarafından anlaşilacaktır…

 

Hazret-i İmâmın yanlışı şudur: Halîfe olan insân, Allah’ın ilmindeki varlığı ile ezelîi ve Allah’ın muhtelif isimlerinden birine zarûrî mazhariyeti sebebiyle ebedîdir. Müstahlef ve Halîfe arasındaki münâsebetin, halîfe olan insâna ebedî bir varlık kazandırması zarûrîdir. Böyle olunca, hazret-i İmâm’ın; ba’zı insânların hayvânlar gibi yok olacağını ifâdeedengörüşü doğru olamaz. Hem,, Vâr olan yok olmaz, Yok olan da vâr olmaz,, varlıkların ancak muayyen sûreti değişir ve dönüşür, âhirette hayvânların yok olması da bir değişim ve dönüşüm ve başka bir varlığa katılım olsa gerektir ki, insân, bütün varlığı kuşatan bir varlığa sâhiptir.

 

Hazret-i Şeyhin, Fetret devri insânları için mahşer vatanında kendi içlerinden bir peygamber, dikkat edin, kendi içlerinden bir peygamber gönderilmesi ve bu peygambere karşi tutumlarına göre Cennet ve Cehennem’e gönderilmeleri görüşüne (müşâhedesine) akıl,, acele bir karârla i’tirâz edebilir. Halbuki bu mes’elenin mantığı şudur ki, âhiret sevap ve günâh kazanma yeri değildir. Mahşerde peygamber gönderilmesinden maksat kullara sevap kazandırıp cennete ya da tersine göndermek değildir,,, kulların özlerinin açığa çikartilip, görünür kılınıp, cemâle mi yoksa celâle mi lâyık veyâ âid olduklarını tesbît etmekten ibârettir. Ya’nî, aslında bu kullar için Mahşer vatanında edinilmiş bir hak ve kazanç yoktur. Dünyâda iktisâb etdikleri “belirsiz ve muayyen olmayan hayır ve şerrin”  veyâ daha doğrusu kendi özlerinin,, mâhiyetinin ne olduğunun açığa çikarilmasindan başka bir şey değildir. Evet,, Mahşer vatanında bu zümreye kendi içlerinden peygamber gönderilmesi ve bu peygambere karşi tavır ve tutumlarının araştırılması,, belki ezelî ve ebedî bir karaktere hâiz özlerinin cemâle mi celâle mi mensûb olduğunun bilinmesi ve açığa çikartilmasi içindir. Maksat bir şey oluşturmak değil,, mevcûd olan fakat gizli olan bir şeyi açığa çikartmaktir…

7. Cehennemdeki azabın daimiliği:
Vahdeti vucüd, cehennemde sürekli kalmayı hak edenler için azabın devamlı olmayacağını, bir müddet sonra onların serinlik duyacağını ve artık azaba alıştıklarından belli bir tatlılık duyacaklarını söyler. Vahdeti Şuhud görüşü ise, cehennemdeki (sürekli kalacaklar için) azabın sürekli olacağını savunur.

 

İlkönce şu düzeltmeyi yapalım; Hazret-i Şeyhin cehennem azâbı noktasındaki irfân ve müşâhedesi,, ededî cehennemlik olduğu Kur’ân haberleri ile kesin  olan zümrelerin Cennet’e girerek azâptan kurtulacaklarını iddiâ etmiyor… Daha ince bir mes’ele olarak da şu ikâzı yapalım,, azâbı uygulayan meleklerin azâbtan vazgeçeceğinden, azâbın uygulayıcıları tarâfından azâbın hafifletileceğinden de bahsedilmiyor. Hazret-i şeyhin  Cehennem azâbı noktasındaki irfân ve müşâhedesi özetle,, azâb edicilerden bağımsız olarak azâbı hissedenin nefsinde azâbın şiddetinin zarûrî olarak azalacağı yönündedir. Hattâ bu azalma,, nihâyetinde rahâta ve hattâ lezzete dönüşecektir. Ve böylece Cehennem ehli bile Allah’ın her şeyi vâsî olan rahmetiyle tahakkuk etmiş olacaktır ve bu durum zarûrîdir…

 

Allah’ın (c.c.) rahmetinin “HER ŞEYİ” kuşatmasının ve Allah’ın (c.c) Rahmet’inin Gazabını geçmesinin,, işte bu ilâhî fermânın bir iktizâsı (gereği) olarak (ki Allah (c.c.) kendi nefsine bile rahmeti yazmıştır),, En Nihâyetttttttiiiiiiiinnnnnndddddeeeeeeeeee… Bütün kullar,, ELHAMDÜLİLLLAH, Yâ Rabbe’l-âlemin diyeceklerdir… Çünki ister kâfir olsun ister münâfık olsun, ne olursa olsun, varlıktaki her mahlûk “KUL” dur. Kul; Hakk Teâlânın meşiyetinin ebedî bir mahkûmudur. Mutlak mahkûmun  mutlak bir irâdesi, mutlak bir istiklâli olamayacağından kular sonsuza kadar, “azâbı hissedenin nefsinde şiddeti azalmayan” bir azâba mâruz bırakılmazlar…

 

İnsân ve cinnlerden çogu kullar,, Rahmâna veyâ Rahmân olan Allah’a kulluk yapmasalar da,, Allah’ın muhtelif isimlerinden birisine kulluktan da aslâ çikmazlar… Böyle olunca, Mutlak mânâda (her yönden) kâfir ve her yönden müşrik olmaları mümkün olmadığından, sonuçta rahmete ermeleri de zarûrî olmaktadır (Dikkat edin,, ebedî cehennemlikler cennete girecektir demiyoruz,, cehennemlikler cehennem vatanına alışıp uyuşarak cehennem vatanında rahmete erecekler diyoruz…)… Ebedî cehennemliklerin azâbları hafifletilmez,, azâblarından vazgeçilmez (Allah-uâ’lem),, onlar Allah’ın zarûrî rahmetiyle azâba alışırlar ve sonuç i’tibâriyle Azabtan lezzet almaya başlarlar,,, İşte bu nihâyî sonucu da i’tibâra alan Rabbimiz,, “TADIN AZÂBIMI” buyurmuştur. Halbuki azâb çok acıdır ve ancak tadlı şeyler tadılmaya lâyıktır… Anlayana tabî…

 

Hazret-i İmâm’ın Vahdet-i Vücûd karşitı görüşleri arasında  kolayca isbât edilebilecek en bâriz hatâsı veyâ bilerek siyâset icâbı yaptığı tenkit,, işte bu cehennem azâbı mes’elesidir…

8. Cennette Allah’ın görüleceği hususu:
İ
bn Arabî ekolüne göre, cennetten Allah’ın görülmesi misali bir suretle olacaktır. Yani, Allah’ın bir eşyaya tecelli etmesi şeklinde olacaktır. İmam Rabbani ekolü ise, cennetten Allah’ın görülmesinin cihetsiz ve keyfiyetsiz olacağını belirtir.

 

Hayır,, Misâlî sûretteki görüş Dünyâ’da ve rüyâda zâten mevcûddur,, Mahşer vatanında da (Cennet ve Cehennem’den önce) gerçekleşecektir. Hazret-i Şeyh Âhiret de fakat Cennet’de Allah’ın görüleceğini hadîs-i şerîflerde belirtildiği gibi (bu konudaki hadîsler AHAD olsa da) kabûl eder, o bir veliyydir, veliyylerin reisidir,, mi’râc sâhibi Allah’a vâsıl olmuş, Allah’tan direk bilgi almış bir veliyydir,, nasıl olur da âlemlerin efendisinin haberlerine aykırı bir anlayışta olabilir… Hazret-i Şeyh,, Cennet’de Allah’ın görüleceğini elbette bilir ve kabûl eder fakat nasıl ki ben Ahmed’i Mehmed’i karşidan gördüğüm zamân Ahmed’i Mehmed’i açıkça gördüm dememe rağmen, Ahmed’in veyâ Mehmed’in duygularını ve daha ötesinde rûhunu ve zât’ını tâmm mâ’nâsıyla göremiyorsam,, Cennet’de Allah’ı görme şerefine ve mutluluğuna erdirilecek olan kullar da, Allah’ı açıkça görmelerine rağmen,, Hakk Teâlnın Zât’ını ihâtâ etmiş ve tâmm olarak anlayabilmiş olmayacaklar ve herbiri aynı şeyi görmüş olmalarına rağmen, kendi ilim ve irfânları oranınca anlayıp lezzeti bî-hûş olacaklar…. Hazret-i Şeyhin, ba’zı beyânlarında Allah’ın görüleceğini ve ba’zı beyânlarında Hakk Teâlânın görülmesinin mümkün olmadığı yönündeki ifâdelerinden kasdettiği budur…

9. Melek ve İnsandan hangisinin üstün oluşu:
Vahdeti vucüd, meleklerin seçkinlerini (dört büyük meleği), insanların seçkinlerinden (evliya ve enbiyadan) üstün tutarlar. Vahdeti şuhuda göreyse, melekler sadece velayet olarak peygamberden üstün olup nübüvvet konusunda peygamber, melekten daha üstün bir dereceye sahiptir.

 

Burada da yanlış bir bahis ortaya atılmış, birinin birinden mutlak surette üstünlügü ve alçaklığı,, mes’eleyi bilenler nezdinde tartışma konusu değildir… Çünkü iç içe geçmiş, birbirinden ayrı olmayan iki varlık hakkında tek yönlü bir üstünlük tesbîti yapılamaz… İnsân,, Kâinâtın nüshası (kopyası) ve özeti,, ilâhî rûhun (nefhânın) hâmili (taşiyıcısı) ve böylece bütün her şeyi kuşatıcı cemedici varlığı i’tibâriyle Kâinâtta küçükten büyüğe hiç bir vârlıktan ayrı ve hâriç değildir,, eşyâyı, bitkileri hayvanları, cinnleri ve melekleri varlığında kuşatır… İşte bu mâ’nâda,, âlemde insândan daha fazîletli ve insândan daha üstün bir varlık yoktur… Ve mes’elenin bu cihetindeki bütün incelikleri de veliyylerden en iyi yine Muhyiddîn arabî hazretleri bilir…İnsân-ı Kâmilin mâhiyetini en üstün bir biçimde anlatmış, Muhammed’in (s.a.v.) Hakikatinin, arada bir vâsıta olmaksızın Allah (c.c.) olduğunu belirtmiş olan Hazret-i Şeyh’e, hiç, “Melekleri insândan üstün tutuyorsun diye i’tirâz edilir mi?

 

Hazret-i Şeyhin insânın mâhiyeti hakkında bütün bu bildiklerine rağmen, ba’zı beyânlarında ÂLÎN’den olan heyemân meleklerinin (çılgınca âşık, Zât’a (Zât-ı Hakk’a) yakın melekler) tartışılmaz üstünlügünü ve münezzehliğini belirtmesinden  murâdı şudur:…

 

Bir şeker kamışını düşünün, şöyle bir soru sorulsa; şeker kamışı mı üstündür, yoksa şeker kamışı içindeki şeker mi üstündür? O şeker kamışı için böyle bir tartışma yapılması zâten baştan yanlıştır. Çünkü Kamıştaki şeker Kamıştan ayrı değildir ki şeker mi yoksa şeker kamışının mı üstünlügü tutarlı bir tartışma olsun…. Şeker zâten kamışa dâhildir. İllâ bir üstünlük da’va edilecekse denir ki,, bir i’tibârla şeker kamışı üstündür diğer bir i’tibârla şeker üstündür… Heyemân (çilginca aşk) melekleri,, insândaki en yüce nûrânî duygulardır. Hazret-i Şeyh, bu mukaddes rûhlara ve nûrlara işâret etmiştir,, halbuki bunların hepsi Mübârek bir kulun içindedir…


10. Bazı ruhların ezeli oluşu:
Vahdeti vucüda göre, belli bir olgunluğa ulaşmış, kâmil insanların (mesela peygamberlerin ve evliyaların) ruhları küllidir ve kadimdir (ezelidir). Diğer insanların ise cüzidir. Vahdeti Şuhud ise böyle bir şeyi mümkün görmez.

 

Vahdet-i Vücûd, ba’zı rûhların ezeliliğini iddiâ etmez. “Âdem toprak ile su arasındayken, Efendimiz, “Ben nebî idim”” buyurmuştur… Efendimiz’in (s.a.v.) ve kamillerin rûhlarının bir evveliği ve önceligi elbette söz konusudur. Fakat Vahdet-i Vücûd ehli ezelî ve kadîm varlık mertebeleri içine,, dördüncü mertebe olan ervâh âlemini dâhil etmemiştir… Ezelî ve mahlûk olmaya varlık mertebeleri,, ehadiyyet, vahdet ve vahîdiyyet (ayân-ı sâbite) mertebeleridir. Mahlûk mertebeler ise, misâl ve şehâdet âlemi mertebesidir. Teklik âleminden kesret ve gayriyet âlemine geçiş mertebesi ise ERVÂH (rûhlar) âlemidir. Ervâh âlemindeki rûhlar, gayriyet ve ikilik arzeder, böyle olunca ilk üç mertebedeki mutlaklık, Ervâh âlemi mertebesinde yoktur. Bu mertebe, Allah’ın Zât’ından ayrışmanın başladığı ilk mertebedir ve Mutlaklık ile Mukayyedlik arasında berzâhî bir mertebedir….

 

Hazret-i Şeyhin irfân ve müşâhedesine talebe olanlar,, ervâh mertebesinin bu berzâhî mâhiyetini bildiklerinden,, Rûhları kolayca mahlûk seviyesine indirgeyenlere de,, rûhları Hakk’a eşit tutanlara da gerekli açıklamayı ve irşâdı yaparlar…

 

Vahdet-i Şuhûda karşi Vahdet-i Vücûd müdâfâsı niteliğindeki özet cevaplarımız burada bitti…

 

 

Yukarıdaki başlıkların her biri, muazzam derinlik ve genişlikteki irfânî mevzûlardır ki, yüzeysel bir bakış ile bu başlıklar ve farklılıklar (ihtilâflar) daha da çogaltilabilir. Mes’eleleri derinlemesine bilen bir ârif ise aksine bu başlıkları azalttıkça azaltabilir (Bu azaltma, Hazret-i İmâm-ı doğru anlayabilme ve Vahdet-i Vücûd irfânını çözme netîcesinde olabilir) ve aslında İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dahî Vahdet-i Vücûd ehli olduğunu ortaya koyabilir. Evet, mes’eleyi bu mühimm netîceye vâsıl edebilir. Ve bunu ancak Vahdet-i Vücûd irfânını bilen birisi yapabilir. Çünkü velâyet,, nübüvveti câmidir… Çünkü Hazret-i Hızır,, ilmen  hazret-i Mûsâ’yı ihâta eder… Ve Bütün veliyyler Vahdet-i Vücûd ehlidir… Hazret-i îmâm dahî veliyy olması cihetiyle vahdet-i Vücûd ehlidir, lâkin nübüvvet kemâlâtı velâyet kemâlâtına baskın olduğundan ba’zı velâyet kemâlâtından ve vahdet ilimlerinden perdelidir,, perdeli olmasa bile siyâseten i’tirâz etmiştir… Nübüvvet kemâlâtındaki Bu baskınlık sebebiyle Vahdet-i Vücûd karşitı gözükmektedir.  Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu bir yanılgıdır… Hazret-i Mûsâ,, Hz. Hızır’ın ilmi karşisında çeliskiye düşse bile,, Yine hz. Hızır’ın îrfânina muttali olmasa bile, nübüvvet rütbe ve kemâlâtının bir gereği olarak vahdet ve velâyet ilimlerinin bir kısmından perdeli (habersiz) olsa bile,, Hazret-i Hızır ve hz. Mûsâ,, aynı hakikâtin iç ve dış yüzünün temsîlcileri olduklarından, Aralarındaki ayrılık,, görüntüdeki yanıltıcı bir ayrılıktır, bir paradokstur ve yanılgıdan ibârettir.

 

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gerçekte, her veliyy gibi Vahdet-i Vücûd ehi olduğunun îzâhi gayet müşkil ve bir kitap hacminde tafsîlâtlı îzâhlari gerektirir. Yukarıda ben, başlangıç olarak,, Vahdet-i Vücûd irfânının bilinmemesinden kaynaklı,, farklar tesbîtindeki yanlışları gösterdim…

 

Mes’eleleri teker teker inceleyip bir kitâb hacminde tafsîlâtlı açıklamalar getirdiğimizde,, Vahdet-i Vücûd irfânının bilinmemesinden kaynaklı farkların, teker teker ortadan kaybolduğu görülecek ve istisnâi konularda da hazret-i Mûsâ gibi aklî kıyas yapmak zorunda olanın (İ.Rabbânî),, Hızır gibi İlâhî ilhâm ehlini (M. Arabî),, ilmen (hissen değil) ihâta etmesinin mümkün olmamasından kaynaklı problemlerin  kaçınılmazlığı da anlaşılacaktır. Elbette, nakle dayalı da olsa,  aklî kıyas ile ictihâd edenin,, ilmini vâsıtasız olarak Hakk’tan alana karşi hatâ yapması kaçınılmazdır.

Ali Aytaç Şenol (aliaytac_senol@hotmail.com)

– Haber Lotus –

HLotus

3 thoughts on “İmam Rabbânî (k.s.) Gerçekte Vahdet-i Vücûd Ehlidir

  1. Sayın çok bilmiş yazar,
    Ya siz ne zannediyordunuz yani?.. İmam-ı Rabbani de dahil olmmak üzere diğer bütün mutasavvıflar da hepsi vahdet-i Vücud nazariyesini benimsemişlerdir. Ve esasen bu nazariye tasavvufun olmazsa olmaz bir nazariyesidir. Bu nazariyenin dayandığı ayet-i celile “O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır. O, her şeyi kemaliyle bilendir. ” (el-Hadîd, 57/3) ayetidir. Bu ayette, Rabbimizin zahir olduğu zikrediliyor. Zahir olduğu halde siz O’nu görebiliyor musunuz ? Göremiyorsanız, görenlere ne diye kafanız basmıyor ki ? Ez-cümle aklımız ermeyen konulara girmesek ve dalmasak çok daha iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü, bütün azalarımız bundan sorumludur ve söylediğimiz yanlış ve tutarsız sözler vebalden hali değildir. Vesselâm.

  2. Sayın yazar.

    Yorumlarınızın çoğunun (özellikle İmam-ı Rabbani Hz. ile ilgili bölümlerin) hiç İmam’ın görüşleriyle pek alakası olmadığı açıkça gözüküyor. İmam-ı Rabbani Hz.lerinin eserlerini ve daha sonra gelen sadatların bu konu ile ilgili görüşlerini biraz daha anlayarak ve tam olarak okumanızı. Üzerinizde mevcut halin tesiriyle yorumlamaya kalkmamanızı tavsiye ederim.

    Ayrıca, yazınızı Sanki Muhyiddin-i Arabi Hz.leri sizmişsiniz gibi yazmışsınız.

    Son olarak İmam-ı Rabbani Hz.leri’nin mektuplarını sanki onun kemaline sahipmişsiniz gibi yorumlamışsınız.

    Ne ilginçtirki, onun yolunu devam ettirmiş olan Müceddidi ve halidi Mürşidlerin hiç birisi bu meseleleri sizin anladığınız gibi! anla(ya)mamış. Ama siz anlamışsınız.

    İmam-ı Rabbani Hazretleri’de onun yolundan gelen binlerce hatta onbinlerce Mürşid zatın hiçbirisi Vahdet-i Vücud görüşünde değildir. Onun Vahdet-i Vücut görüşünde olduğunu ancak bir cahil iddia edebilir. Vesselam.

  3. Buradan benim Muhyiddin İbni Arabi Hazretlerine karşı olduğum manası anlaşılmasın. Ama İmam-ı Rabbani Hazretlerine göre Vahdet-i Vücud takılınmaması gereken geçici bir haldir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.