Anadolu, diğer İslam ülkelerinde tatbik edilmemiş bir siyaset etme zihniyeti ve diğer Müslüman toplumlarda gelişmemiş bir İslamlaşma hareketi ile inşa edildi.
İslam dünyasının hâkimiyeti Türklerin eline geçti. Türkler Anadolu’ya göçer olarak ama yerleşmek için geldiler. Şehir hayatına geçiş Doğu’dan Batı’ya doğru bir gelişme gösteriyordu. İlk Türk şehirleri İslamiyet’e ilk geçen bölgelerde gelişti ve oralarda devamlı bir Türk varlığı meydana geldi. Türkistan şehirleri Türk kültürünün yerleşik medeniyet halinde gelişmesine sahne olan yerler olarak Türk karakterini hep korudular, yabancıları erittiler[1]. Yabancıların “Türklük” içinde erimelerinin sebebi Türklerin İmam- ı Azam (767)- Maturidi (944)-Farabi (950)- Maverdi (1058)- Ahmed Yesevî (1162) üzerinden sufi-fıkıh ideolojisi kurmuş olmalarıydı. Fıkıh’ın “yöneticilere” ve sufiliğin de “yönetilenlere” toplumsal alanlarının sınırlarını çizdiği açıktır. Bu, askeri bir irade ile dini hayatın terkibi ve toplumsal alanda birleştirilmesiydi. İslam kültür çevresinde Türkler, geçmiş dönemin Arap siyaset modelinden de, Şiiliğin toplumsal kurgusundan da ayrışmış yeni bir sentezi İslam Düşüncesine getirmiş oldular.
Toplumu kim yönetecek? Soru buydu. Bu soruya, Arap ideolojisi, kökeni Kureyş’e dayanan bir modelle cevap veriyordu. İslam toplumunun Resulullah (asv) sonrası ihtilafları da bu meseleye racidir. Hatta Cabirî’ye göre Hilafet mücadeleleri Kureyş ile Haşimiler arasında süren kadim egemenlik savaşının yansımasıydı. Nitekim Muaviye’nin iktidarı ile egemen olan Emevî dönemine muhalefet Haşimî soya dayalı Abbasi egemenliği ile vuku buldu. Şiî doktrin, İslam siyaset teorisinde daha başka bir mecra tuttu. Doktrinin dayandığı temel, iktidarın “soya” değil, ilahi seçime yani “imamet”in tanrısal olarak geldiğine inançla oluşturuldu. Sınıfsal bir temele dayanmadığı için kendine bir sınıf buldu: Ezilenler, mevaliler, yeni muhtediler. İslam toplumları yıllarca bu doktrinlerin çatışma alanlarında birbiriyle boğuştu. Bu doktrinler İslam toplumunun tamamını içine alan bir iktidar fikriyle hareket ettiler.
Selçuklular Türklerin Anadolu’da “yerleşmelerini” mümkün kılacak başka bir model getirerek siyaset teorisinde bir “devrim” yaptılar. Modele göre kaynağını İslamî bir intisabdan almayan otorite, Müslüman halkın da benimseyebileceği bir İslam toplumu kurabilir. Müslüman halk, kendi müslümanca yaşamını korumayı tekeffül eden, 1)namaz, 2) nesil- nikâh, 3) mal, 4) eğitim ile ilgili muhtar alan açan iktidara, itaat edecekti. Bu son cümlede geçen “muhtar alan” aslında İslam’ın “beş emniyeti” denilen din- can- mal- nesil- akıl emniyetidir. Böylece Anadolu’da topluluklar, mahallesinde istiklal sahibi cemaatler halinde organize oldular, bağımsız bir ticaret ve pazara kavuştular. Bu sistemin uygulanması ile “Anadolu nizamı” denilebilecek yeni bir terkibe ulaşıldı. Böylece Anadolu’ da halkın tabi olduğu bir hukuk- kad’a sistemi ve yönetimin bürokratik tanzimini sağlayan örf-i kaidelerden oluşan “çift- hukuk” kaim oldu. Bu ikili yapılanmaya Gazali ve Nizamülmülk’ ün, Nizamülmülk medreselerinde geliştirdiği teorik yaklaşım katkı yapmıştır. Gazali, İslam ahlakına uygun kadroları yetiştiren “medrese” zihniyetinin uygulayıcısı olmuştu: Gazali, toplum felsefesini iç savaş/batınî terör/istikrarsızlık olgusuna istinad ettirerek temellendirdi. “İmamsız hiçbir hukuki muamele geçerli değildir. Mevcut otorite geçersiz kabul edilirse evlenme, hâkimin hükmü, akitler, vasiyetler (…) gayr- ı meşru olacak, Müslümanlar günahkâr sayılacaktı. Kişi kamu vazifesiyle halka menfaat sağlıyorsa ona, ‘vazifeni icra et ve nefsinle mücadele et’ deriz. Eğer o kişi vazifeyi terk ederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için halk helak olur (…) Halkın dininin selameti, o kişinin dininin selametinden yeğdir. Biz onu halka feda ederiz. Resul onun hakkında şöyle buyurmuştur: Allah bu dini dinde nasibi olmayan bir takım kimselerle teyid eder”[2].
Türk modeli denilen “Anadolu nizamı”nın etnik anlamda bir ırkı temsil etmediğini de söylemek gerekiyor. Ancak model üç sacayak üstünde duruyordu: a) Türkçe konuşuluyordu, b) Müslüman toplumlarla savaşılmamaktaydı, c) Tımar- dirlik sistemine tabiyeti mecbur bırakıyordu. Türk ve Müslüman oldukları halde tımara tabi olmayan boyların Osmanlı idaresiyle çatışması ve Safevî İran’a yaklaşması bundandır. Dolayısıyla Osmanlı, yine bir “Türklük” olan Safevîlere göre ayrıştı. Şehir hayatını esas alan bir “medeniyet” telakkisi geliştirdi. Toprakta bir iktisat nizamı olmayı ve iktisadı da adalet esaslı tanzim etmeyi şiar bildi: “Selçuklu sultanları bütün memleketi devlet mülkiyeti haline soktuktan sonra, çiftçilere ancak işleyebilecekleri miktarda bir toprağa tasarruf hakkı tanımışlar ve babadan oğla intikal eden bu idare sayesinde topraksız kimse bırakmamışlar ve bu suretle zirai istihsali arttırmışlar… Gıyaseddin Keyhüsrev, Menderes havzasından Hıristiyan bir halkı Akşehir bölgesinde evler, çift aletleri, tohumluk dağıtarak iskân verdi… birkaç yıl da vergiden muaf tuttu… memleketlerine dönme hakkını da tanıdığı halde Hıristiyanlar bu yeni vatanlarından memnun kaldı ve hatta onlara imrenen ve Bizans idaresinde ezilen başka köylüler de Selçuklu hakimiyetine girmişti[3].
İktidarın kendini Gazalici bir devlet zihniyeti ile tanzim ettiği, halkın ise Hanefilikle temayüz eden bir fıkıha tabi kıldığı yeni bir toplum nizamı ortaya çıktı. Nizamülmülk, hükümdarın hukukun üstünde sorumsuz biri gibi davranamayacağını vurguluyordu. Hükümdarın yetkileri, ülkeyi saran kadıasker teşkilatı ile kayıt altındaydı. Böylece sultan halka karşı şerî hukukla sınırlanacak, halk da zulm ehli olan sultana karşı teba olacaktı. Ancak halkın zorba- sultan karşısında iktidar talebi de sona erdi. Bu fıkıh, toplumda ikili bir hukuk sisteminin oluşmasına yol açtı. İslam medeniyetinin Osmanlı üzerinden tahakkuk etmesine de fırsat verdi. Ortaylı’ nin “Devlete şer’ î diyemesek de, Osmanlı toplumunun örgütlenmesinde şer’ î bir düzenle karşılaştık” şeklinde dile getirdiği yargısı, “çift hukuk”un varlığını güçlendiriyor. Osmanlı’ nın halk katında Ebu Hanife ve üst katmanda Gazali anlayışıyla oluşturulmuş çift hukuk sistemiyle kamusal alanı laisize ederek varlık bulması Arap ve Şia modelinden farklı bir siyaset etme tarzıdır. Ortaylı bu yargımızı güçlendiren bir çalışmasında şunları söyler: “Osmanlı kadısının önündeki hukuki mevzuat sadece fıkıh kaynakları değil (…) belki dünyevi otoritenin koyduğu kurallardan ve geniş ölçüde de yazısız örf, âdet ve manevi kuralların çok etkisinde idi. Bu devletin hukuki mevzuatının kodifiye edilmemesinden; ikinci olarak da kadı’ nın atadığı naibin yerel kimseler olmasındandı. Halk ile karşılaşan devlet ve yargı gücü, bu yerel kimselerdi”[4].
Bu çerçeveden bakılınca Türkiye’de din- laiklik çatışmasının temelleri aslında yok hükmündedir.
[1] GÜNGÖR Erol, Tarihte Türkler, Ötüken Yay., 1999: 425.
[2] GAZALİ, İhya , Müftüoğlu Tercümesi, c: 6, s: 292
[3] TURAN Osman, Selçuklular Devrinde Türk- İslam Medeniyeti , Boğaziçi, 1993: 352–353.
[4] ORTAYLI İlber, Osmanlı Devletinde Kadı, Turhan, 1994: 71.
Lütfi Bergen
– Haber Lotus –
HLotus