Ana Sayfa > Gündem > İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) İslâm Anlayışı

İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) İslâm Anlayışı

Bu çalışma,, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farûkî Serhendî hazretlerinin, Muhyiddîn Arabî hazretlerinin irfânına yaptığı eleştiri ve i’tirâzlara karşı, Muhyiddîn Arabî irfânını müdâfâ niteliğindeki çalışmamın giriş bölümüdür.

Böyle bir giriş ile hedefimiz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vahdet-i vücûd irfânına i’tirâzlarına ve eleştirilerine geçmeden, topluca İslâm anlayışını tesbît etmekti. Hazretin İslâm anlayışını tesbît ederken, bütün mektuplarının toplandığı Mektûbât adlı eserin Abdülkadir Akçiçek çevirisinden istifâde ettim.

Faydalı, verimli, bir özetleme yaptığımı düşünüyorum.

Rabbânî mertebenin önderi, İlâhî dengenin mihengi, hidâyetin rehberi, zâhir ehlinin olgunlaştırıcısı, bâtın ehlinin doğrultucusu, İbrâhim kalpli Ömer bilekli  Mürşîdi tanıyalım.

İnancı i’tibâriyle İmâm-ı Rabbânî hazretleri kimdir? 

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mutasavvıftır. Peygamber ile sahâbe arasındaki münâsebeti, Hakk’a ulaştıran aslî bir yol bilir; Peygamber vârisi mürşid bir veliy ile mürîdleri arasındaki münâsabeti de, Hakk’a ulaşmak için zarûrî ikinci yol olarak görür. Bu ikinci yol, aslın bir gölgesi mertebesinde olsada bunun dışında bir yol yoktur. (534. Mektup) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ve ashâbının âhirete intikallerinden sonra, geçerlilik kazanan bu yolda, peygambere nazaran peygamber (s.a.v.) vârisi mürşidin noksânlığı ma’lum olduğundan ve bu yollardan her biri (tarîkatlar) Hakk Teâlâ tarafından te’yid edilmemiş olduğundan, istismâr ve yanılmaya açık olduğundan, İmâm-ı Rabbânî’nin ısrarla belirttiği husûs, Ehl-i Sünnet âlimlerinin nakil yoluyla Kur’ân ve hadîsten vardıkları tesbîtlere uymanın zarûretidir. (266. Mektup).

Hakikate ulaşmakla çesidli metodlar olsada evliyânın keşfi hatadan mahfûz değildir. Peygamberin vahyi ise melekler sâyesinde ve Hakk’ın te’yidinde olduğundan yanlış ve hatâ ihtimâli yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin yolu keşfe değil nakle dayandığından, ve tesbîtlerinde ifrât ve tefrîtten kaçınıp orta yolu tâkib ettiklerinden, şerîat onların yorumlarıyla kabûl edilmelidir. Bu durumda evliyânın pratikte Kur’ân’dan keşfen ahzettiğine değil, Ehl-i Sünnet âlimlerinin (ulemânın) teorikte naklen ahzettiklerine uymak daha isâbetli ve daha emîn bir yoldur. (266. Mektup) İmâm-ı Rabbânî hazretleri her fırsatta sâlikleri Ehl-i Sünnet caddesine irşâd eder. Şerîatı, Ehl-i sünnet yorumuyla tasdîk eder. (193. Mektup) Her bid’atçı ve her dalâletçi de hükmünü Kur’ândan çikarttigindan, Ehl-i sünnet ulemâsının tesbîtlerinin hâricindeki yorumlara uymayı men’eder. (157. Mektup) Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat kavramından her fırkanın anladığı, peyaımber ve ashâbının yolunda gidenler olsada, her fırka kendi i’tikad ve yolunu doğru bildiğinden, kendi gurubunu sünnet ve ashâbın yolu üzre bilir. Fakat İmâm-ı Rabbânî’ye göre Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat; hârici, şîa, mu’tezile, mürcie, müşebbihe, cüheymiyye, dırâriye, neccâriye, kilâbiye gibi bâtıl fırkalara mensûb olmayan, tasavvuf düşmanlığı yapmayan, İslâm târih çizgisinde mu’teber âlim ve müctehidlerin İslâm anlayışından oluşan büyük bir dâiredir. (380. Mektup)

İmâm-ı Rabbânî’ye göre şerîat iki kısma ayrılır; i’tikada bağlı olanlar ve amele bağlı olanlar. İ’tikada müncer olan şer’î esâslar dînin esâsı olup, amele bağlı olanlar teferruattandır. İ’tikadı yitiren için cehennem azâbından necât mümkün olmaz. Cehenem’de ebedî kalmak i’tikadı yitiren içindir. Dînin zarûrî hükümlerini tasdîk etmeyip inkâr eden i’tikadı yitirmiştir. Ameli yitiren için cehennemde ebedî azâb yoktur. Allah (c.c.) dilerse bağışlar. Dilerse günâhı kadar azâb eder. İ’tikada âid inancın özü basîttir. Amele dâir yükümlülükler ise tafsîlâtlı olup, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitablarına mürâcat gerekir. (429. Mektup) İ’tikad düzelmeyince şer’î, ameli hükümleri bilmenin faydası olmaz. İ’tikad ile ilim olmayınca da işlenen amel ile bir sonuca varılmaz. (157. Mektıp) Zarûrî olan i’tikad mes’elelerinden birine halel gelirse ebedî necâta halel gelir. Ama ameli işlerde böyle bir yanlışlık olursa, tevbe bile etmek nasîb olmasa sonunda necât vardır. İşin aslı i’tikadı düzeltmektir. (193. Mektup)

İslâm dîni beş esâs üzerine binâ’ edilmiştir. Temeli îmândir ve îmânin olmazsa olmaz şartları vardır. Îmân yukarıda geçen i’tikada dayalı mevzûların aslıdır. İslâm dîninin diğer dört direği amel ile alâkalıdır. Ve ibâdetlerin en fazîletlisi namazdır. (380. Mektup) Abdestsiz namaz olmadığı gibi şirk içinde İslâm, i’tikadsız amel, hakikatsiz şerîat tasavvur edilemez. İmâm-ı Rabbânî’ye göre Allah’a (c.c.) îmân etmiş olan mü’minin sırasıyla aşması gereken basamaklar; Kur’ân ve sünnete göre i’tikadı düzeltmek, daha sonra helâlleri, harâmları, farzları vâciberi ögrenmek ve amel etmektir. Daha sonra tasavvuf ehlinin yoluna girilmeli, nefis tezkiye ve tasfiye edilmelidir. (157. Mektıp) Tasavvuf yolu şerîatın i’tikadını benimsemede yakini artırmak amelî işlerde de tâbi’ olmayı kolaylaştırmak için şerîatın hizmetindedir. (207. Mektup) Bu sebeble âhirette suâl tasavvuftan değil, şerîatten olacaktır. İnsânlar şerîattan sorumludurlar. (48. Mektup) Zâhirî sûretler ve ışıklar noksân değil mükemmeldir. Yaşadığımız dünyâ vatanı, bu vatana hâss unsurlarla oluşturulabilecek en mükemmel vatan olduğundan, bu vatanın îcâblari ve hakikatlerine en uygun ve faydalı emirler şerîat emirleri olup ehl-i tasavvufun bir kısmının gaybî sûretlere ve nûrlara iltifât edilmesi noksânlık alâmetidir. (210. Mektup) Farzları ve sünnetleri bırakıp fikri ve zikri öne olmak noksânlıktır. (260. Mektup) Sübhân olan Hakk’ın sevip râzı olduğu farzlar ve sünnetlerin bilgisinden daha kıymetli ve kul için daha önemli bir bilgi yoktur. (266. Mektup) Farzların edâsıyla elde edilen yakınlık ile sünnetlerin verdiği yakınlık, denize nisbetle katre gibidir. Farza nisbetle nâfilenin kıyâsında, nâfilenin hükmü damla bile değildir. Farz için evlâ olan açıktan yapmak, nâfile için evlâ olan gizli yapmaktır. Farz için riyâ olmaz. Kemâl derecede Hakk’a muhabbetin alâmeti, zâhir ve bâtın ile şerîata itâattir. (355. Mektup) Şerîatın dışında bin sene şiddetli riyâzetler, ibâdetler yapılsa, sünnette yeri olan öglen uykusuna muâdil olmaz uyku hâli bütünüyle gaflet dahî olsa. (191. Mektup) İstikâmet ehli sûfiler, ne hâllerde, ne sözlerde, ne ilimlerde, ne ma’rifette, ne amellerde şerîattan kıl kadar sapmazlar, eğer bir sapma varsa, o hastalıktan ve karışıklıktandır. Eğer şerîata aykırı ise zındıklık ve ilhaddır. (289. Mektıp) Şer’î hükümler aklın mîzânı ile tartılmaz. Aklın istiklâlini kabûl etmek nübüvvet tavrını inkârdır. Hakk’a, nazar ve istidlâl ile ulaşmak mümkün görülmüyor. (448. Mektup) Kulların kendilerinden sudûr eden hamd çok kere hiciv olacağı gibi, övmeleri dahî ayıplama olur. O’nun sübhân Zât’ından istifâde yoluyla yapılan ta’zim, tekvîr, tekrîm bizim hak şerîatımızın kendisidir. Kalben, fiillerle, dil ile ve duygularla yapılan her amel şerîatımızda belirtilmiştir. (429. Mektup) Şerîat kabuk, hakikat öz değildir. (40. Mektup) Şerîat ile hakikat arasında icmâl ve tafsîl, istidlâl ve keşif kıyâsı yapılabilir. (84. Mektup) Şerîat sûretin ve hakikatin birleşmesinden ibârettir. Sûret şerîatın zâhirî, hakikat ise bâtınıdır. (276. Mektup)

Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) sonraki sünneti, önceki sünnetini nesh eder. (368. Mektup) Müctehidler dîn hükümlerni açıklarlar. Onlar dînde olmayanı îcâd etmediler ictihâda dayalı hükümler îcâd ve bid’at değildir. (260. Mektup) Her vakte ve tâîfeye münâsib düşen hükmü arayıp bulmak müctehidin ictihâdına ihtiyâc gösterir. (368. Mektup) İhtiyâc yollu kıyâs bid’at sayılmaz… Resûlullah (s.a.v.) ve Hulefâyı Râşidin zamânında olmayıp sünneti ibtâl eden her amel bid’attır. Resûlullah (s.a.v.) ve Hulefâyı râşidin zamânında olmayıp sünneti ibtâl etmeyen işler bid’at-ı hasene olarak değerlendirilmişse de İmâm-ı Rabbânî’ye göre hiçbir bid’atı hasenenin güzellik ve nûrdan nasîbi yoktur… Bid’at-ı hasene nisbî bir hasene olup hiçbir bid’atte mutlak bir hasene yoktur. (186. Mektup) Kabir azâbı hâllerini inkâr eden meşhûr hadîsleri inkâr ettiğinden bid’atçıdır. (429. Mektup) Kâfirlere ve mü’minlerden ba’zı âsîlere kabir azâbı ve münker nekir meleklerinin suâli haktır. (266. Mektup) Kabir azâbı rü’yâdaki azâb gibi misâlî değil, dünyâ azâbından daha hakikîdir. (443. Mektup) Kıyâmet âlemetleri haktır, Güneşin batıdan doğması, Mehdî’nin zuhûru, rûhullah Îsâ’nin nüzûlü, Deccâl’ın çikmasi, Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhûru, Dabbet-ül Arzın çikmasi, Semâdan dumanın zuhûru (II 250) hz. Îsâ arza inecek bizim şerîatımızla âmil olacak, Ümmet-i Muhammed’e dâhil olacaktır. Kabir azâbı, lahd sıkıntısı, münker nekir sorgusu, âhirette rûhun cesede iâdesi, mîzân, sırât, enbiyânın ve sâlih kulların şefâati haktır, kalbinde zerre kadar îmâni olan mutlaka cehennemden çikar… Büyük günâh işlemek kişiyi îmândan çikarmaz. Âsî, ölmeden önce tevbe ederse onun içn necât ümid edilir. Âsî tevbeye muvaffak olmazsa, Allah (c.c.) dilerse afveder dilerse, ma’siyyeti kadar azâb eder. (380. Mektup) Büyük günâh îmândan çikarmaz, ama büyük günâhın helâl sayılması küfürdür ve onun irtikâbı fısktır. (429. Mektup) Sihir yapmak ve yaptırmaktan sakınmak gerekir. Sihir küfre en yakın harâmlardan biridir. (453. Mektup) Mir’âc cesetle olmuştur. Efendimiz (s.a.v.) Allah’ı (c.c.) baş gözü ile görmüştür. (136. Mektup) Âhirette rü’yet haktır gerçektir. (173. Mektup) Rü’yet Efendimize (s.a.v.) mi’râcta, cennette vâki’ olmuş, dünyâ vatanına münâsib biçimde de namazda olmuştur. (261. Mektup) Hakk Teâlâyı mü’minlerin cennette cihetsiz, mukabelesiz ve ihâtasız görmeleri haktır. Buna îmân ederiz, keyfiyyetiyle uğraşmayız. (380. Mektup) Rü’yette görülen görenlerce aslâ idrâk edilmiş olmayacak, yalnız görmeyi bulmak ve lezzet almak hâsıl olacak (456. Mektup) Dünyâda namaz mertebesi âhirette rü’yet mertebesidir. Âhirette yakınlığın nihâyeti rü’yet, dünyâda ise namazdır. (135. Mektup)

Kalplerinde maraz olanlar tenâsühe inanır Kıyâmet-i Kübrâyı inkârla âlemin kıdemine inanırlar (371. Mektup)

Peygamberlerin mu’cizesi de haktır evliyânın kerâmeti de (I 654) Evliyânın eşyâlarına hürmet edilmeli. (166. Mektup)

Nağme ve makam tutturmak için ses alçaltılıp yükseltilir, Kur’ân harfleri tahrif ve tağyîr edilirse bu yasaktır. (484. Mektup)

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Şeyhinin mezarını ziyâret ediyor. Rûhâniyyetine teveccüh ediyor ve meyyitten iltifât nasîb oluyor. (291. Mektup).

Meyyit suya batan gbidir, oğuldan babadan kardeşten dosttan gelecek duâyı bekler. Duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfarla meyyitin imdâdına koşulmalı.

O müslümânlarki îmânin varlığı ile berâber ehl-i küfrün adetlerini icrâ’ ederler onların günlerine ta’zim ederler. Bunların bile cenâze namazını kılmak yerinde olur. Onları kâfir i’lân etmek doğru olmaz, sonuçta ebedî azâbdan necâtları umulur. (266. Mektup)

Sahâbe ve hilâfet meselesine bakışı :

Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) asrını asırların hayırlısı, Resûlullah efendmizin (s.a.v.) ashâbını dahî Âdem oğullarının en fazîletlileri bilmek lâzımdır. (409. Mektup) Mukarrer olan durum şu ki peygamberlerin mertebesi şöyle dursun, hiçbir veliy sahâbenin mertebesine ulaşamaz (436. Mektup) Meleğin gelmesi, vahyi müşâhede mu’cizeleri açıktan görmek, sahâbenin îmânini müşâhede derecesine yükseltmiştir. Kemâlâtın aslı onlar için sâbittir. (120. Mektup) Onların gaybları şehâdet, ilimleri ayn oldu. yakinleri kemâl mertebesnde idi sahâbeden başkalarının Uhud dağı kadar sadakası, sahâbenin yarım ölçek sadakasının sevâbına ulaşamaz. Allah (c.c.) bu topluluktan râzı olmuş bunlarda Allah’tan râzı olmuşlardır. “…İşte onların Tevrattaki vasıfları budur. İncîldeki vasıfları ise şöyledir: Filizini yarıp çikarmis, giderek onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış sapları üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler. Bu ekicilerinde hoşuna gider. Allah (c.c.) böylece onları çogaltip kuvvetlendirmekle kâfirlere öfkelendirir.” (Fetih 48,29)

Allah-u Teâlâ onlara öfkelenip gayz edenlere küffâr ismini verdi. Küfürden hazer edilip sakınıldığı gibi onlara öfkelenip gayz etmekten dahî sakınmak gerekir. (349. Mektup) Nübüvvet kemâlâtının ziyâde mazharı ashâbtır. Ondan sonra kıllet yollu çogalarak tâbiîne ve tebei tâbiîne sirâyet etmiştir. (260. Mektup) “Ümmetim yağmur gibidir, bilinmez evveli mi hayırlıdır ahiri mi?” Hadîs-i şerîfi, şahıslar hakkında olup “Asırların hayırlısı benim asrımdır” hadîsinin ifâde ettiği hayırlı topluluk asırlar içindir.(352. Mektup). sahâbenin bir kısmına tâbi’ olmanın faydası ancak kalanları inkâr etmedikçe olur. Ne zamân ki sahâbenin bir kısmını inkâr tahakuk eder, diğerlerine tâbi’ olunmadan çikilir. (80.Mektup) Ashâb-ı kirâmın hepsi doğruluk ve adâlet üzredir. kabûl etme yönünden hepsinin rivâyeti ve ahkam tebliği aynı değerdedir. Bu rivâyet işinde aralarında meziyet yoktur. Onlar Kur’ân hâmilleridir. Her kim ashâbtan birini kötülerse, onun kötülemesi Kur’ân-ı Mecîde gider. (210. Mektup) Ashâba buğz peygambere buğzdur (349. Mektup) Ashâb arasındaki münâzara ve muharebe; hevâ, heves nefsânî arzû ve taassubtan olmamıştır. Sahâbelerin kendilerine hâss husûsiyyetleri ile ictihadlarından kaynaklanmaktadır… Muâviye bu işte yalnız değil, bilâkis ashâbın yarısı yanındaydı. Eğer bu yarı fâsık ve kâfir idiyse dînin yarısı gitti demektir. (251. Mektup) Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) asrını asırların hayırlısı ashâbını dahî peygamberlerden sonra Ademoğullarının en fazîletlisi bilmek lâzımdır. Böyle bilmek lâzımdır ki, sahâbeden bir topluluğun bâtıl üzerine ittifâk etmediği peygamberin yerine fâsık ve münâfıkların oturmadığı biline (409. Mektup) Sahâbenin bir kısmını reddedenler eğer bilselerdi, bu sahâbenin nefisleri Efendimizle (s.a.v.) sohbet şerefinden sonra, hevâ, heves, kin ve hasedden temizlenmiştir. İslâm kelimesini i’lâ için bütün güçlerini harcamıştır. Dînin te’yidi ve Resûlullaha (s.a.v.) yardım için, gece gündüz, gizli âsikâr mallarını sarfetmiştir. Resûlullahın (s.a.v.) muhabbeti için, aşîretlerini, kabîlelerini, çocuklarini, zevcelerini, vatanlarını, meskenlerini, su kaynaklarını, zîrâatlarını, ağaçlarını terk etmişler, Resûlullaha (s.a.v.) olan muhabbeti diğer muhabbetlere tercîh etmişlerdir. Yine onlar vahyin ve meleğin gelişine şâhid olmuşlar mu’cizeleri görmüşler, gaybları şehâdet, ilimleri de ayn olmuştur. Bilseler onlar dîn ve İslâm büyükleridir. Bunlar için Allah Teâlâ buyurmuştur: Allah onlardan râzı onlarda Allahtan râzı” (Mâide 5,119) Ey nebî sana, Allah ve minlerden sana tâbiolanlar (veyâ olanlara) yeter (Enfâl 8,64) Bu âyet-i kerîme hz. Ömer’in îmân etmesiyle nâzil olmuştur.

İmamet ve hilâfet bahsi Ehl-i Sünnet katında her ne kadar dînin asıl mes’elerinden değil, i’tikada dahî taalluk etmemekte ise de lâkin, şîa bu bâbda azıtıp ifrât ve tefrîte düştüklerinden, Ehl-i Sünnet âlimleri zarûrî olarak kelâm ilmî dâiresinde bu konuya açıklık getirmişlerdir (380. Mektup) Eğer imâmet bahsi şîanın sandığı gibi dînî işlerin zarûrî konularından sayılmış olsaydı, elbet Kur’ân’da bu mevzû yer alır. Veyâ Efendimize (s.a.v.) serâhaten ve emren bildirilmiş olurdu (373. Mektup) Hulefâyi râşidin arasındaki fazîlet tertîbi hilâfetin zamânsal tertîbine göredir. Buna göre sahâbenin en fazîletlisi hz. Ebubekir olup, sonra hz. Ömer, sonra hz. Osman, sonra hz. Ali gelir.(266. Mektup) Bu fazîlet sırasının lüzumsuz gören kendisi lüzumsuzdur. Çünkü bu fazîlet tertîbi tasdîk edilse Ümmetteki birlik kavi olur. (266. Mektup) hz. Ebubekir ve hz. Ömer’in sahâbenin hepsinden fazîletli oluşu sahâbenin ve tâbiînin icmâ’ı ile sâbittir. (380. Mektup) (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin anlayışına göre daha fazîletli olmanın sebebi:) Menkıbelerin veyâ velâyete dâir husûsiyyetlerin çoklugu değil, elbette şudur: Îmânda en başta olmak, mal harcamakta daha öncelikli olmak, her hâlde nefsi vermekte evvel davranmak, bu yapılanlar dînin te’yidi ve Efendimizin (s.a.v.) şerîatının revaç bulması içindir. Dîn işlerinde sonda giden başta gelen sâyesinde nâil olduğuna nâil olur.(429. Mektup) Efendimizin (s.a.v.) bütün konuşmaları vahiy gereği ve âyet değil idi. O kendi hevâsından söylemez âyeti Efendimizin (s.a.v.) Kur’ân âyetlerini tebliğ etmesi hakkında buyrulmuştur. Eğer bütün konuşmaları vahiy olsaydı Resûlullaha (s.a.v.) hiçbir konuda i’tirâz olmazdı. Bu âyet Efendimize (s.a.v.) hitâbendir Allah seni afvetsin niçin onlara izin verdin (Tevbe 9,43) Durum böyle iken Akla ve tecrübeye dayalı işlerde, ictihada konu olabilecek işlerde, ashâb ile istişâre edilmiş ve ictihadları dinlenmiştir. “…İşi onlarla müşâvere et…” (Âl-i İmrân 3,159) Bu ma’nâdan sahâbenin red ve tebdîl hakkı vardır. Red ve tebdîlsiz meşveret abestir. Bedir esirlerinin katli konusundaki ihtilâf yukarıda anlatılanlara delîldir (409.Mektup)

Ulemâ ve meşâyih mukayesesi :

Allah’a (c.c.) hamd olsun ki beni iki deniz arasında sıla (köprü), iki cemâatın da ıslâhçısı eyledi hemde ekmel ma’nâda (319. Mektup) (İki denizden maksad hakikat ve şerîat denizi olup, meşâyih ve ulemâ kimlikleriyle ayrışmışlardır. Ulemâ ile kasdedilen Müctehid imâmlar, müctehid imâmların yolunu izleyen âlimler ve zâhir ulemâdır. Meşâyih ise Nübüvvet kemâlâtına hâiz havas evliyâ, velâyet kemâlâtına sâhib avam evliyâdır)

Kur’ân ve hadîs (Kitap ve sünnet) müctehidlerin kıyâsı ve ümmetin icmâ’ı, dînin dört delîlidir. Meşâyihin, bâtın erbâbının ilhâm ve keşfi harâm ve helâlin isbâtında, farzın ve sünnetin açıklanmasında delîl olmaz. (368. Mektup) Sofiye’nin amelleri helâl ve harâm işinde sened değildir. Bu konuda mu’teber olan, İmâm Ebû Hanîfe’nin, İmâm Ebû Yûsuf’un, İmâm Muhammed’in kavlidir (266. Mektup) Velâyet-i hassâ erbâbı dahî müctehidlere uymakta diğer mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilhâm bu konuda meziyet değildir. Uymak bağından kurtarmaz. (368. Mektup) şer’î hükümleri açıklayan müctehidlerin ilimleri olup, bu ilimler İslâm ağacının köküdür. Evlyânın ilim ve ma’rifetleri ise bu ağacın meyveleridir. Ağacın köküne zarâr verip meyve toplamaya çalismak ahmaklıktır. Hâlbuki ağaç ne kadar bakımlı olursa o kadar tâze meyve verir. Meyve gaye ve semere ise de ağacın bir parçasıdır… Şer’î hükümler dört delîle bağlıdır, bu konuda ilhâmın yeri yoktur. Velâkin şer’î hükümlerin ötesinde çokca dînî işler vardır. Bu ma’nâda ilhâm beşinci asıldır. Hattâ ilhâma üçüncü asıl olarak kıyâmete kadar bakılabilir. Çogu zamân başkalarından bir ibâdet sudûr ederki rızâya uygun değildir. İlhâm sâhibi ba’zı zâtlar ba’zan ibâdeti terkederler ama bu rızâya uygun düşer. İlhâm dînin gizli kalan kemâlâtını izhâr eylemektir. Dînde fazladan bir kemâl isbât etmez. Nitekim ilhâm dahî hükümleri açığa çikartmaktir. İctihâd bir görüşe dayanmaktadır. İlhâm ise o görüşü yaratan Yüce Sultân’a. Bu ma’nâda ilhâmdaki asâlet ictihâdda yoktur. (368. Mektup) Nazarları meşâyihin hakikatinden yana zâhire kısılıp kalan ulemâ neye nâil olabilir ve işin sûretinde muhâlefetten başka ne anlayabilirler, meşayihin kemâlâtından yana ne alabilirlerki (355. Mekyup) Zâhir ulemâ hâss velâyette tahakkuk edemediler. (501. Mektup) Zâhir ulemâsı dünyâ işlerindeki gaybe dâir haberleri peygambere mahsûs kılarlar bu ihbarlara onlardan başkasını ortak etmezler. Hâlbuki böyle bir ma’nâ verâsete aykırıdır. Bir çok ilimleri ve sahîh ma’rifeti böylece nefyetmiş olurlar. (368. Mektup) Zâhir ulemâsı Efendimize (s.a.v.) tâbi’ olmayı yalnız şerîatın sûretine inhisar ettirdiler. Sandılar ki onun ötesinde bir başka emir yoktur. Mutâbaat derecelerinin husûlü için vesîle olan sofiye tarikatını dahî fazladan bir şey tasavvur ettiler. Pek çogu kendileri için iktida’ edilecek bir şeyh tanımadı. (367. Mektup)

Ulemâ delîllere ve dış bilgiye dayanarak ma’rifet sâhibi olur. Meşâyih ise keşif ve zevk ile (I 51) Keşif ehli mukallidi ile müctehid mukallidi arasında fark vardır. Müctehid mukallidi müctehid hükmündedir. Müctehid hatalı bile olsa müctehid mukallidi sevâb kazanır. Müctehidin kavli başkası için hüccet olsada, keşif ve ilhâm ehlinin hâli ve erdikleri başkasına hüccet olmaz. Bu yüzden keşif ehline uymak câiz olmaz (31. Mektup) Biz acizlere, oyalanıp duranlara gelince, dîni ve şerîatı ulemâdan almışız, mezhebi ve yolu onların bereketinden faydalanıp bulmuşuz. Eğer onlara ta’n yeri olsa, dînden ve şerîattan i’timad kalkar. Bu durumda selef-i sâlihine ta’n eden bid’atçıdır. (445. Mektup) mes’elelerden bir mes’elede ulema ile sofiye ihtilâf hâlinde olduğu zamân tâmm bir mülâhaza ile görülecektir ki, hak ulema tarafındadır. Haklılığın sırrı şudur: Ulemânın nazarı nübüvvet kemâlâtına dönük, sofyenin nazarı ise velâyet kemâlâtına ve ma’rifine inhisâr etmiştir. Bu durumda hiç şübhe edilmeye ki Nübüvvet kandilinden (zâhiren) alınan ilim, velâyet mertebesinden (keşfen) alınan ilimden daha doğru ve daha sağlamdır. (266. Mektup) Bir şahıs vardır; Kâ’be’ye tâlib olur. Tâmm bir şevkle yola çikar. Yol esnâsında karşisına Kâ’be’ye benzeyen bir binâ’ çıkar. Sûretâ ona benzediği için onu Kâ’be olarak hayâl ediyor ve orada i’tikafa giriyor. Başka bir şahıs ise Ka’be’nin özelliklerini biliyor. Bu bilgiyi oraya girmiş olanlardan almıştır. Kâ’be’ye âid bilgisinden ötürü Kâ’be’nin varlığını da tasdîk eder. Üstte anlatılan ikinci şahıs, her ne kadar Kâ’be talebi uğrunda bir adım atmamış ise de, Kâ’be’den başkasını dahî Kâ’be diye i’tikad etmemiştir. Kâ’be’yi tasdîkinde dahî doğrudur. Bu sebeblerden ötürüdür ki hâli daha önce anlatılan hatâlıdan fazîletlidir. (287. Mektup) Ulemâ, hulûl ve ittihâd vehminden korunmak için, Ene’l-Hakk, Her şey O’dur, eşyâ, Yüce Hakk’ın zuhûrat aynasıdır gibi sözlerden sakınır. (357. Mektup) Vâkıâya mutâbık olan Vahdet midir yoksa kesret mi? Eğer vahdet ise şerîat bâtıl olur. Eğer kesret ise sofiyenin kavli bâtıl olur. Vahdet-i vücûda kâil olan sofiye haklıdır. Kesret hükmünü veren ulemâ da haklıdır (357. Mektup) Kötü âlimler bir fitnedir.Hiç şübhe edilmesin ki insânların en şerrlisi âlimlerin şerrlisidir, insânların hayırlısı dahî ulemânın hayırlısıdır. (406. Mektup) İnsânların en şakîsi ve saâdetten en uzak olanları bu evliyâ tâîfesini ayıplı görenlerdir. Bu gibi büyük belâlardan Allah Teâlâ bizi korusun (292. Mektup) Allah (c.c.) beni enbiyâya mütâbaat edenlerden evliyânında izinde gidenlerden olmayı nasîb etti. Ulemâyı da sâlihleri de sevenlerden kıldı. (417. Mektup) Ayn-el-yakîn ve hakk-el-yakîn hakkındaki ma’rifet, velâyet erbâbının idrâkinden ve ulemânın da ilminden uzaktır. (317. Mektup)

Muhkemât ümmehât-ı kitab ise de, bunların netîceleri ve semereleri müteşâbihâttır. Kitabın kalbi müteşâbihâttır, kışrı ise muhkemâttır. Müteşâbihât asl olanı remz ve işâretle beyân eder. Müteşâbihât hakikatlerdir, muhkemât ise hakikatin sûretidir.Râsih âlim hakikat ve sûreti cem’ edendir. Bu hayât devâm ettiği müddetce hakikatler sûretlerden ayrılmaz. (276. Mektup) Râsihûn ulemâ sırrları anlatacak olsalar katledilirler. (512. Mektup)

İmâmRabbânîye göre nübüvvet kemâlâtı ve velâyet kemâlâtı :

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin İslâm anlayışının ve tasavvuf anlayışının iskeleti bütünüyle Nübüvvet kemâlâtından oluşur. Onun Ehl-i Sünnet âlimlerine saygısı, hz. Ebû Bekir ve hz. Ömer’i, hz. Ali’den fazîletli bilmesi, tarîkatlar içerisinde Nakşibendiliği tercîhi, evliyâ içinde sahâbeyi tercîhi vb. Hep nübüvvet kemâlâtı anlayışının netîceleridir.

Velayet kemâlâtının tahsilinde beşerî sıfatların nefyine çaba harcanır. Nübüvvet kemâlâtının tahsilinde ise, beşeriyet sıfatlarının kötü alâkalarının giderilmesi taleb edilir. Zîrâ sıfatlarıyla berâber bu beşerî yapı hadd-i zâtında kemâl üzredir. (302. Mektup) Velâyet kemâlâtının tahsîlinde ma’sivayı ve âhireti unutmak gerekir. Bu mertebede korku yoktur, yok olan için afet ve helâk korkusu olmaz. Âhiretle taalluk Nübüvvet kemâlâtındadındır. Bu mertebede şevk ve korku vardır. En ziyâdesi âhiret şevki ve âhiret korkusudur. Korku ve ümid ile Rabblarına duâ ederler (Secde 32,16), Rabblarından çekinir azâbındanda korku duyarlar (İsrâ 17,57), Tenhâda dahî Rabblarından çekinirler ve onlar kıyâmetten de korkarlar (Enbiyâ 21,49) Onların ağalyıp inlemeleri elem ve hüzünleri kıyâmetin ahvâli ve dehşetindedir. (302. Mektup) Velâyet yolunda Hakk’ın Zât’ından gayrı bütün ma’sivayi unutmak gereklidir, bütün alâkaların zevâline çalisilir (maddî bağlardan sıyrılmak îcâb eder). Nübüvvet kemâlâtı derecelerinde ise eşyâyı unutmak için eşyânın zevâline ihtiyâc yoktur. Zîrâ eşyâya (zat’î olmayan) ilmî ma’nâda yapılan kötüleme, Hakk’ın rızâsının dışında taalluka sebebiyet verdiği içindir. (Eşyânın zât’ı kötülenmez) (306. Mektup)

Peygamberler (s.a.v.) hemen hep birden Sübhân Allah (c.c.) tarafından gelen rahmetlerdir. Bu büyüklerin vâsıtası ile âlem ebedî belâya dûçâr olmaktan kurtulmuş, ebedî necâta kavuşmuştur. Eğer bunların mübârek vücûdları olmasaydı, ganîyyi mutlak olan Sübhân Hakk, bu âlem halkından hiçbirine yüce mukaddes Zât’ından ve sıfatından haber vermezdi. Bu Zât ve sıfata hiçbir delîl bulunamayacağı gibi, hiçbir şahıs da o Yüce Zât’ın ma’rifetine yol bulamazdı. Hiçbir şekilde ve hiçbir zamân. Yüce Allah kullarına, emirlerini tutmayı, yasaklarından kaçmayı emretmezdi. Bu emirleri alanlar sırf Allah’ın (c.c.) fazlı ve keremi sebebiyle almışlardır. Böylece Yüce Allah’ın (c.c.) râzı olduğu şeyler, râzı olmadıklarından ayırd edilmiştir. Bu ne büyük ni’mettir. Acaba bu büyük ni’metin şükrü nasıl eda edilir? (63. Mektup) Gerçekten biz insânı en güzel biçimde yarattık sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik” (Tîn 95,45) Rûh için anlatılan iniş hakikatte zemme (kötüleme) benzeyen medh kabilindendir. (İşte bu durum en kutsal, en temiz en merhametli olanın; en bayağı, en kirli, en vahşi zemîne indirilmesidir. Bu nübüvvet kemâlâtıdır) (99. Mektup) Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) unsurlara bağlı neş’eti, melekiyet neş’etine gâlib gelmektedir. Bu durum yaratılmışlarla daha fazla münâsebet hâsıl olması içindir. İş bu münâsebet halka faydalı olabilmek ve halkın faydalanması içindir. Zîrâ faydalananlarda beşeriyet tarafı gâlibtir. (209. Mektup) Nübüvvet kemâlâtının hâsıl olması çalismayla ve zorlamayla olmaz, ancak hîbe iledir. Velâyet kemâlâtı ise kesbîdir. Riyâzet ve mücehade ister. (301. Mektup) fenâ’ya, bekaya, sulûka ve cezbeye münhasır ilâhî yakınlık, bu ümmetin evliyâsına mahsûs yakınlıktır. Ashâb-ı kirâmın yakınlığı ise nübüvvet yakınlığıdır. Tebâiyyet ve verâset yoluyla olmuştur. Bu yakınlıkta ne fenâ’ vardır ne beka, ne cezbe vardır ne sulûk. Bu yakınlık velâyet yakınlığından daha fazîletlidir. Zîrâ bu yakınlık asıl yakınlıktır. Velâyet yakınlığı ise zıllî bir yakınlıktır. (313. Mektup) Peygamberler azamet ve celâlet çesidinden nâil olduklarına velâyet yolundan değil nübüvvet yolundan nâil oldular. Velâyet, bu ma’nâda nübüvvetin hizmetçisidir. Velâyetin nübüvvet üzerine fazladan bir meziyeti olmuş olsaydı, melekler peygamberlerden daha fazîletli olurdu (272. Mektup) Nübüvvet velâyetten daha fazîletlidir. Meselâ: Bir şahıs oturmuş Allah’ın (c.c.) zikriyle meşgûl olmaktadır. Bu arada, bir a’mâ çikar hemen yolu üzerinde de bir kuyu vardır. O kadar ki, adımını atsa kuyuya düşecek durumdadır. Şimdi bu durumda bu hâli gören şahıs için oturup zikirle meşgûl olmakmı daha fazîletlidir, yoksa o a’mâyı kuyuya düşmekten kurtarmakmı? Hiç şübhe edilmeye ki a’mâyı kurtarmak en fazîletlidir. Zîrâ Allah-u Teâlâ ondan ve onun zikrinden ganîdir. A’mâ ise muhtâc bir kuldur. Ondan zarârı def’ etmek ise zarûrîdir. bilhâssa bu kurtarmayı yapmakta me’mur olur ise… İş bu vakitte yaptığı bu kurtarma aynen zikirdir. Zîrâ emre imtisâl vardır. Zikirde bir hakkı edâ vardır. O da Mevlânın hakkıdır. Emrini aldığı kurtarmayı yapmakta ise iki hakkı edâ vardır. Kulun hakkı ve Mevlânın hakkı. O vakitte kurtarmayı bırakıp zikretmek ma’siyyete de girebilir. Ayrıca zikir bütün vakitlerde iyi değldir. Hattâ ba’zı vakitlerde zikretmemek iyi olur. Meselâ; yasak edilen günlerde oruç tutmamak, mekruh vakitlerde namazı bırakmak (o anki) oruçtan ve namazdan daha fazîletlidir. (359. Mektup) Şerîatın sûreti ve hakikati olmak lâzım gelir. Zîrâ cümle nübüvvet ve velâyet kelâmatlarının menşei ve anası şer’î hükümlerdir. Velâyet kemâlleri şerîat sûretinin netîce ve semereleri olur. Nübüvvet kemâlleri ise şerîatın hakikatinin semereleridir. (363. Mektup) Riyâzât ve mücehade yolu nazar ve istidlâl yolu gibidir. Ancak enbiyânın tasdîkine makrûn olur ise i’tibâr ve i’timad edilir. (435. Mektup) Riyâzetlere ve mücehadelere taalluk eden yol inâbe yoludur. Mürîdlere mahsûstur. İçtiba yolu ise cezbe ve muhabbet yoludur. Murâd olanlara mahsûstur. (473. Mektup) Enbiyâya tâbi’ olmadan riyâzetlerde hâsıl olan safânın hükmü, altına batırılmış bakırın hükmü gibidir. Bakırı hakikaten altına çevrien, ya’nî nefsi emmârelikten kurtaran peygambere tâbi’ olmaktır. Yüce Allah, nefsi emmârenin ta’cîzi ve tahrîbini ancak peygamberini tasdîke ve şerîatına tâbi’ olmaya bağladı. Bu büyüklere tâbi’ olmadan nefis emmârelikten çikmaz, isterse bin sene riyâzat ve mücehade olsun, hattâ bu durum nefsin tuğyanını ve inadını artırır. (532. Mektup) Nefs-i emmâreye göre şerîat emirlerini yerine getirmekten daha zor bir görev yoktur. (221. Mektup) Hiç şübhe edilmeye ki kötü alâkaları sebebiyle sıfatların aslını gidermek cidden zordur. Bu durumda nübüvvet kemâlinin husulü velâyet kemâlâtının husûlunden daha ehven daha kolay ve daha yakındır. (302. Mektup) Uzletin seçilmesi doğru ve sağlam niyetle yedi kereye kadar istihâre tekrârından sonra olmalıdır. Ancak böyle olunca temennî edilir ki bu uzlet üzerine büyük semere terettüb eder. (503. Mektup) Resûlullahın (s.a.v.) bi’setten evvel ve sonra yaptığı riyâzât ve mücehade, bu devletin (velâyet) tahsîli için değildir. Bu ma’nâda nazara alınan başka şeyler olmalı. (301. Mektup) Zannım o ki enbiyânın riyâzâtlarından mücehadelelerinden maksad nübüvvetlerinin harîka hâllerinin zuhûrunun tahsîlidir. Yüce Hakk’a vüsûl için değildir.(498. Mektup) Enbiyânın büyük bir cemâatı içtiba yolundan vâsıl olmuştur. İçtiba erbâbının riyâzeti ise vusûl ni’metinin şükrünü edâdır. (302. Mektup) İçtiba yolunda riyâzât şart değilse bile, kişinin mübah işlerin zarûrî olanlarıyla yetinmesini kolaylaştırır. Dünyâ telvînâtından bâtını temizler. Eğer bir takım dünyevî işler zarûrî ise, o dünyâ işlerine dâhil değildir. Uhrevî olan muaheze ve muhasebe azalmış olur. Bu da dereceleri yükseltir. Riyâzât ve zarûrî işlerle yetinmek, içtiba yolunda şart değilse bile hadd-i zâtında beğenilir ve güzel bulunur. Hattâ anlatılan faydalara nazaran zarûrî ve lâzımdır. (498. Mektup) Avam sınıfında olan insânlar, hayvânlar gibi olduklarından, onların en önemli saydığı iş; yeme, içmeyi bırakmak olmuştur. Ama onlar nazarında sünneti seniyeyi muhâfazanın değeri yoktur. (313. Mektup) Nübüvvet kemâlâtına çikis velâyet yolundan olursa, o zamân fenâ’ beka cezbe ve sulûk gerekli olur. Zîrâ bunlar o yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Seyri bu yoldan olmaz da sultânî yol üzre olursa, fenâ’, beka, cezbe ve sulûka hâcet kalmaz. ashâb-ı kirâm gibi. (313. Mektup) Velâyet sekr, nübüvvet ayıklıktır (95. Mektup) Velâyeti, nübüvvet üzerine daha fazîletli bilmek, sekir hâlini sahiv hâline tercîh etmek, kufrü (tarikat küfrü, cem) İslâma, cehâleti de ilme nazaran daha fazîletli bilmeye benzer. Gerek küfür gerekse cehâlet bunlar velâyet ile, İslâm ve ilim ise nübüvvet mertebesi ile münâsebetlidir. (268. Mektup) Nâkıs olan hayâl etmeye ki, bütünüyle rücû noksânlıktır. Hiç sanmaya ki bâtınen yüce Hakk’a teveccüh, da’vetleri ve tekmileri için halka teveccühten daha fazîletlidir. Şundan ki, rücû sâhibi, rücû makamına kendi arzûsuyla gelmemiştir. Âlâ makamdan esfel makama Hakk’ın irâdesi ile nüzûl etmiştir. Vusûl yerine hicrâna râzı olmuştur. Nüzûl eden kendi nefsinin murâdından fânî olup, Hakk’ın murâdı ile kaimdir. (272. Mektup) Nübüvvet kemâlâtının yanında velâyet kemâlâtının hiçbir mikdârı yoktur. Hattâ denize nisbetle damla hükmü de yoktur. (261. Mektup) Nakşibendiye büyükleri erbâin halveti yerine, celvette halveti tercîh etmişlerdir. (168. Mektup) Onlar ubûdiyyet (Takvâ elbisesi) hazzını ince süslü elbiseye değiştirmezler. Onlar öyle bir yakınlık isterler ki uzaklığa (gizlilik) benzesin. Öyle bir vuslât taleb ederlerki onda ayrılık olsun. (174. Mektup) Kâmil kimsenin bâtını bütün vakitlerde muvahhid, zâhirî dahî müşriktir. Onun bâtını yüce Allah ile olup, zâhirî dahî ehlin ve ayalin idâresindedir. Bu durumda hiçbir mahzûr yoktur.(390. Mektup) Enbiyânın velâyeti ile evliyânın velâyeti ayrıdır. (302. Mektup) velâyeti Evliyâ velâyeti suğrâdır. (302. Mektup) Nübüvvet kemâlâtına sâhib nebîlerin ayrı bir urûcu ve nüzûlü vardır. Veliylerin urûcu ve nüzûlü bu muâmelenin sâdece bir bölümüdür. (312. Mektup)

Nübüvvet velâyetten daha fazîletlidir isterse bu velâyet peygamberlerin velâyeti olsun. (261. Mektup) Velâyet kemâlâtına sâhib veliylere Hazret-i Ali’nin zuhûr eden kemâlâtı, hz. Ebubekir ve hz. Ömer’in kemâlâtından daha ziyâdedir. Eğer hz. Ebu Bekir’in ve hz. Ömer’in fazîleti hakkında icmâ’ olmasaydı büyük veliylerin pek çogu hz. Ali’yi fazîletli bilirlerdi. Hz. Ebû Bekir ve hz. Ömer’in kemâlâtı peygamberlerin kemâlâtına benzer. Velâyet erbâbı bu kemâlâtı idrâk edemez. (251. Mektup) Kâmil veliylerin seyri peygamberlerin seyrine uygun düşer. Başlangıçta şerîatın sûretinde olurlar, ortada âlem-i emirle münâsebetleri olan velâyetle alâkalı tarikatta ve hakikatta olurlar, işin nihâyetinde ise şerîatın hakikatine geçerler ki bu nübüvvetin semeresidir. (260. Mektup) Enbiyânın ma’rifi Kur’ân’dır hadîstir, evliyânın ma’rifi ise Füsûstur. Fütûhât-ı Mekkiyedir. (260. Mektup) Bize lâzım olan Muhammed Arabînin kelâmına tâbi’ olmaktır. Muhyiddîn bin Arabî, Sadreddîn Konevî Abdürrezzak Kâşî’nin kelâmına değil. Fütûhât-ı Medenî bizim için Fütûhât-ı Mekkiye’den daha yeterlidir. (100. Mektup) Esâs mes’eleleri bırakıp tafsîlât ile uğraşilmaz, Fütûhât-ı Medenîyi bırakıp, Fütûhât-ı Mekkiye ile uğraşilmaz. (131. Mektup) Bir şahıs Cüneyd-i Bağdadîyi rü’yâda gördü ve hâlinden sordu: şöyle cevâb verdi: İbâreler eridi, işâretler kayboldu, bize menfaati olan ancak o rekatçıklardır ki, onları gece kılardık. (184. Mektup)

Tasavvuf anlayışı ve nakşibendiliği :

İ’tikad ve amel sağlama alındıktan sonra, sıra sofiye tarîkatına girmeye gelir. Bu yolda velâyet kemâlâtının husûlü ümîd edilir. (532. Mektup) Tasavvuf yoluna girmekten maksad îmânin hakikati sayılan şer’î i’tikadlara karşi yakini artırmaktır. Fıkıh hükümlerini yerne getirmekte kolaylık yolunu bulmaktır. İş bunun ötesinde bir şey değildir. (207. Mektup) Sofiye yoluna girmekten maksad şer’an i’tikad edilmesi gereken işlere karşi yakinin artmasıdır. Tâ ki istidlâl darlığından keşif alanına çikilsin, icmâl yolundan tafsîle girilsin. Bu sâyede fıkha dâir hükümlerin edâsında kolaylık sağlanır. Nefs-i emmâreden hâsıl olan güçlük kalkar. (210. Mektup) Allah Teâlâ bizi ve sizi dünyâ, dünyâ adamları ve dünyâlık sâhiblerinden kurtarsın. Onlara karışıp sohbet etmekten esirgesin. Zîrâ bu hâl, öldürücü zehirdir. Helâke götüren marazdır, yayılan bir derttir. Büyük belâdır. (171. Mektup)

Üstaz ve şeyh ancak şerîata delâlet içndir. Onların bereketi ile i’tikad ve amele dâir işlerde suhûlet ve kolaylık gelir. Ancak onların varlığı şöyle bir şey için değildir; mürîdler dilediğini yapacak, canının istediğni yiyecek, sonra şeyh onları cehenneme karşi perde olup kendilerni azâbtan koruyacak. Ahiret’te ancak Allah’ın (c.c.) izni ile bir kimse şefâat edebilir. Bir kimseki Rabb’ının râzı olduğu zümreden değildir. Hiç kimse onun hakkında şefâat edemez. (453. Mektup)

Yüce mukaddes Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran iki yol vardır. Birincisi: Kurb-u nübüvvet, ikincsi: Kurb-u velâyettir. Kurb-u nübüvvet aslın aslına ulaştırır. Bu yoldan Asâleten vâsıl olanlar Enbiyâdır, bir de onların ashâbı, bir de peygamber benzeri büyük evliyâlar. Bu yolda tavassut ve hâil yoktur. Kurb-u velâyette ise tavassut ve hâil olma durumu vardır. Allah-u Teâlânın umûm veliy kulları bu yoldan vâsıl olurlar. Tarîkat sülûku bu yolun erkânıdır. Bu yoldan vâsıl olanların muktedası, reisi feyiz kaynağı hz. Ali’dir. (534. Mektup)

Nakşibendiler sünnete iltizâm ederler, şerîat hükümlerini yerine getirmekte başarılıdırlar. Sünnet-i seniyyeye tutunup bid’atten ictinâb ederler. Ruhsatla amele dahî cevâz vermezler. İsterse bu ameller zâhire veyâ bâtına faydalı olsunlar. Azimetle ameli hiç bırakmazlar. İsterse bunun sîrette ve sûrette zarârlı olduğunu bilsinler. Bu zât’lar hâlleri ve vecidleri şerîat emirlerine tâbi’ kılarlar. Zevkleri ve ma’rifetleri dînî esâslara ve onun teferruatına hâdim sayarlar. Nefis cevherleri çocuklar gibi vecdin cevizine ve hâlin muzuna değişmezler. Sofiyyenin tatlı sözlerine kanmazlar. Nüsûsla Füsûsu bir görmezler. Fütûhât-ı Medeniyyeyi terk ederek Fütûhât-ı Mekkiyeye iltifât etmezler.(243. Mektup) Bu tarîkat-ı âlîye’nin ibtidâsı, seyr-i enfüsîden başlar ki seyr-i âfâkî bunun zımnında kat’ edilir. Bu seyrin işin başinda husûlünün menşei ise nihâyetin bidâyete derc edilmiş olmasındandır. (221. Mektup) Tarîkat-i nakşibendiyenin başlangıç seyri âlem-i emirden sayılan kalpten başlar. Sair tarikatlarda ise başlangıç seyir nefis tezkiyesinden ve kalıbı temizlemekten başlar. Ancak bunları tamamladıktan sonra âlem-i emre geçerler. şübhesiz bu zât’lar (nakşibendiler) âlem-i halk seyrini abes bir maksad kabûl etmişlerdir. Onu boş saymışlardır. Ama onu muzırr ve matlûba kavuşmakta mâni’de kabûl etmemişlerdir. (260. Mektup) Zîrâ en uygunu terakkîye ednâdan başlana ki bu âlem-i emirdir. Alâya çikila ki bu dahî âlem-i Halktır. Ama alâdan ednâya değil. Ne çâre ki bu muammâ herkese inkışâf etmemiştir. Pek çoklarinin nazarı âlem-i halka dönüktür. Bunun için de âlem-i halkı ednâ sanıp, yükselmeye bu ednâ zannedilenden girerek, sûrî sayılan âlâya gitmek istemişlerdir. Ammâ bilememişlerdirki hakikat bu minvâlin aksinedir. Ve ednâ zannettikleri şey hakikatte âlânin kendisidir. Âlâ zannettikleri de ednâdır. Sonuç olarak son nokta âlem-i halktadır. (260. Mektup) Peygamberlerin işe başlamaları âlem-i emirdendir. Zîrâ onlar hakikatten şerîata gelmişlerdir. Bu durumda kâmil veliylerin seyri, peygamberlerin seyrine uygun düşer. Onlar başlangıçta şerîatın sûretinde olurlar. Ortada âlem-i emirle münâsebetleri bulunan velâyetle alâkalı tarikatta ve hakikatte olurlar, işin nihâyetinde ise şerîatın hakikatına geçerler ki Nübüvvetin semeresidir. (260. Mektup) Diğer tarikatların müntehâsı velâyet kemâlâtının husûlüdür. Nübüvvet kemâlâtına ulaştıran bir yol onlardan açılmaz. Fakîre göre bu tarîkat-ı âliyyede bir adım atmak diğer tarikatlarda yetmiş adım atmaktan daha fazîletlidir. Bir yol ki fütûhât getirir ve tebaiyyet ve verâset yolu ile kemâlâtı nübüvvete ulaştırır, işte o, tarikat-ı âliyedir. (281. Mektup) Berkî tecellî zıll dâiresinin, müntehîlerine müyesser olur. Zîrâ onlar bu tecellî ile bir anda âfâk ve enfüs kaydından halâs olurlar. Velâyet-i suğra olan, velâyet-i zılliyede kemâl nihâyeti, ancak berkî tecellî ile hâsıl olur. Bu berkî tecellî, enbiyâ velâyet-i olan velâyet-i kübrâda ilk basamaktır. Velâyet-i suğra ise evliyânın velâyetidir. (316. Mektup) Bu tarikatta cezbenin sulûk uzerine tekaddümü vardır. İbtidâ seyir dahî emir âleminden başlar, halk âleminden değil. Tarîkatların pek çogunda durum böyle değildir. Bu tarikatın ibtidâ seyri, intihâ seyrine derc edilmiştir. Bu tarikat-ı Aliyyenin bir başka husûsiyyeti ise, celvette halvet olmasıdır. (221. Mektup) Nakşibendiye büyükleri rü’yâlara i’tibâr etmemişlerdir. Onlar katında mu’teber olan ancak âfâkta ve ayıkta müyesser olandır. (371. Mektup) Zannım odur ki arada vâsıta olan şeyhlerden her biri, ya’nî bu tarikatta, sâlikin şuhuduna perdedir. Sonunda cezbe ile bu perdeden kurtulmayan sâlikin vay hâline. Bir de onun muamelesi hicâbtan geçip hicâbsızlığı varmaz ise. Kemâl tavassutun olmayışında, kusur ise tavassutun oluşundadır.(532. Mektup)        

Muhyiddîni Arabî ile müşterek olan tasavvuf anlayışı :

Bilmiş olasın ki Seyr-i sülûktan gaye; nefs-i emmârenin tezkiyesi ve temizlenmesidir. Böyle olmalı ki, nefsânî arzûlardan neş’et eden bâtıl ilâhlara tapmaktan necât müyesser ola. Hakikat ma’nâsında teveccüh edilen kıblede yüce mukaddes hakikî vahîd ma’buddan gayrı kalmaya. Onun üstünde hiçbir maksad aslâ ihtiyâr edilmeye. Bu maksadlar ister dînî olsun isterse dünyevî müsâvîdir. Dînî sayılan maksadlar, her ne kadar hasenât sırasında ise de, ebrârın meşgalesidir. Mukarrebûn zât’lar bunları seyyiât kabilinden sayıp, vahîd Zât dışında hiçbir maksada yönelmezler. (35. Mektup) Eşyâ ancak onunla ve ondan zâhir oldu. (247. Mektup)

Âlem’in hepsi, büyüğü ve küçüğü, isimlerin ve ilâhî sıfatların zuhûr yeri olmuşlardır. Onun şuûnâtının ve Zât’î kemâlâtının görülme yerleridir. Ya’nî aynaları. (125. Mektup) Âlemin büyüğü ve küçüğü, şânı yüce Allah’ın (c.c.) esmâ ve sıfatının mazharlarıdır. Zât’î kemâlâtının ve şuûnâtının aynalarıdır. O sübhân Zât gizli bir hazîne idi, saklı bir sırr idi ve Zât’ını kapalı durumdan açık duruma arz etmeyi murâd etmiştir. İcmâli dahî tafsîle getirmek dilemiştir. Bunun için de âlemi yaratmıştır ki aslına delîl olan hakikatine bir alâmet olsun (287. Mektup) Âlem tamâmıyla isimlerin tecellîgâhı olup yüce mukaddes vâcibiyyet sıfatlarının da zuhûr yeridir. Mahlûktaki ilim ve kudret yüce Zât’ın ilim ve kudretine aynalardır. Fakat Hakk’ın Zât’ı için âlemde ne mazhar vardır, ne de ayna. Hiçbir sûrette. (358. Mektup) Şunun bilinmesi gerekir ki, bir şahsın hakikati onun vücûbî taayyününden ibârettir ki, o şahıs bu imkân âleminde o taayyünün gölgesi ile taayyün eder, o taayyünü vücûbî dahî şânı yüce Allah’ın (c.c.) isimlerinden bir isimdir. Meselâ Alîm, Kadîr, Mürîd Mütekellim ve benzeri isimler ve o isim, o şahsın Rabb’idir. (209. Mektup) Her ne varsa âlem-i sağirde, onun aslı âlem-i kebirdedir. (258. Mektup) Âlem-i kebirde vüs’at ve tafsîlin bulunmasına rağmen, kendisinde heyet-i vahdâniyyet olmadığından, sıfat ve şuûn tafsîllerinden muarra, i’tibârlardan ve nisbetlerden mücerred, basît-i hakikînin zuhûr kabiliyyeti onda yoktur. (324. Mektup) Bir şey bir şeyin sûreti üzerine yaratılmazsa onun halîfesi olmaya hak kazanamaz. Zîrâ bir şeyin hilâfeti o şeyin devâmı ve yerine geçen nâibidir. İnsân, Rahmân’ın halîfesi olunca zarûrî olarak emânete hâmil oldu. Zîrâ sultânın yükünü, ihsanlarını ancak onun taşiyıcıarı çekebilir. İnsân-ı kâmilin muâmelesi öyle bir dereceye çikar ki, hilâfet hükmüne göre bütün eşyânın ayakta durmasını sağlar. Varlık feyzinin hâsıl olması, zâhire ve bâtına bağlı bulunan diğer kemâlâtın bekası, her şeyde onun tavassutu iledir. Eğer melek ise onun tevessülü olur. Eğer insân veyâ cinn ise onunla teşebbüsünü yapar. Hakikatte bütün eşyânın teveccühü onun cânibinedir. Her şey ona mâildir. Onlar bu ma’nâyı ister bilsinler, isterse bilmesinler, zîrâ o zâlim ve cehûl diye anlatılır. (Ahzâb 33,72) Nefsine çok zulmeder, matlubdan yana idrâki aczdir. (387. Mektup) Biraraya gelen a’râzlardan ibâret olan âlem ferdlerine, o irfân sâhibinin hîbe edilen zât’ı ile kıyâm hâsıl olduğuna göre, onlara pek mukaddes şânı yüce Zât ile dahî bir bağlantı hâsıl olur. Ammâ bu anlatılan irfân sâhibinin tavassutu ile olacaktır. Ayrıca anlatılan ma’nâ cihetinden, onlara o mukaddes mertebeden dahî bir nasîb gelir. Zîrâ onların zât’ı, bu irfân sâhibinin zât’ının aynıdır. O zât’ın tavassutu ile kendilerine lâ keyfî Zât ile, lâ keyfî bir irtibât hâsıl olmuş gibidir. Bununla berâber onların intisâbı, o irfân sâhibinin tavassutu ile pek mukaddes Zât’adır. Zîrâ hakikatte o Zât irfân sâhibinin zâtıdır. Hemen herkesin o pek mukaddes Zât’a bi-zâtihi intisâbı vardır.O mukaddes mertebeye dahî la keyfi ma’nâda asâleten vusûlü vardır. O mukaddes mertebeden feyizleri ve bereketleri almak için de bir istiklâli vardır.(492. Mektup) Ben lâfzı ile herkesin kendi zât’ına olan işâreti. Bu işâret hakikatte tek olan Zât’a işârettir. Hâlbuki Zât-ı İlâhî hiçbir şeyle ittihâd etmemiştir. Bu anlatılan derin maarif, tevhîd-i vücûdî maarifi zannedilmesin, el ve cebi de birbirine müttehid zannetmesinler. (358. Mektup) Âlemin sübûtu hiss ve vehîm mertebesindedir. (411. Mektup) Eşyânın vücûdu hâli bir görüntü i’tibârîyledir. Lâkin bu görüntüye Hakk tarafından sebat ve istikrâr verilmiş, sağlamlık katılmış ve ebedî muâmele bu vücûda bağlanmıştır. (357. Mektup) Eşyânın hâricte vücûdu hem vâr, hem yoktur. (357. Mektup) âhiret hayâtı başladığı zamân vehmin ve hayâlîn gücü kırılır. (322. Mektup) Mümkünât âlem-i üç kısımdır. Rûhlar âlemi, misâl âlemi ve Cesedler âlemi (443. Mektup)

Allah Zât’ı ile alîmdir, basîrdir, kadîrdir vb. İlim sıfatı ile, basar sıfatı ile, kudret sıfatı ile değil. (438. Mektup) Huzûrî ilimde alîm ile ma’lumun ittihâdı vardır. Bu ma’nâdan, alîmden ilmin zevâli câiz değildir. Zîrâ ma’lum kendisidir. (460. Mektup) Allah-u Teâlânın sıfatları kadîmdir. Onlar Zat’ından ayrılmamışlardır Yüce Zât’ın vücûdu için aslâ bir mukabil adem yoktur. Kesin olarak onun için bir nakzedici de tasavvur edilemez.(476. Mektup)

Bu fakîrin katında her şahsın cenneti, bir ism-i ilâhînin zuhûrundan ibârettir. Bu ism-i ilâhî dahî o şahsın taayyün mebdeidir.(512. Mektup)

Ehad ile Ahmed arasındaki fark mimdir. Bu da ubûdiyyettir. (508. Mektup) Muhkemât ümmehât-ı kitab ise de lâkin müteşâbihât muhkemâtın netîceleri ve semereleri ve maksadlarıdır. Muhkemât ise netîcenin husûlüne vesîledir. Müteşâbihât hakikatlerdir muhkemât ise bu hakikatin sûretleri. Müteşâbihât asıl olanı remz ile işâret eder. (276. Mektup) Zat’î olarak ne noksân ne de şerr olan bir şey vardır. Eğer vâr ise o da nisbî ve izâfîdir. (314. Mektup) İlim sırrlar ilmidir. Herkesin fehmi onu alamaz (267. Mektup)

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Vahdet-i vücûd ve Muhyiddîn Arâbî hazretleri irfânına dâir i’tirâz ve eleştirileri, konuyla alâkalı bir sonraki makalede beelirtilecektir. 

Ali Aytaç Şenol (aliaytac_senol@hotmail.com)

– Haber Lotus –

■ ■ ■ <— Yazarın tüm yazıları  —> ■ ■ ■

HLotus

One thought on “İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) İslâm Anlayışı

  1. imam ı rabbani kendi zamanından zamanımıza ışık tutmağa devam ediyor. üstad niye bu kadar çok kitap yazıyorsunuz dendiğinde;ahir zamanda gelecek olan mehdi kitaplarımı okuyacak tam manası ile hak verecek demiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.