BİLMEK
Bütün servetim bir testi sudan ibaret. Hediye etsem kıymetini bilir misin? Hem bilmek dediğin şey nedir ki! Üstelik bir soru takılıp duruyor aklıma: “bilmek neyi halleder?”
“Okudum bildim deme” diye uyarıyor Yunus. Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığını bilen biri için endişe verici bir durum olsa gerek. Bilenlerin anlatmadığı,anlatanların bilmediği bir alemde, hayatı ve de insanı bilmek derdiyle meşgul olmuşların ortak bir kanaati çıkmış ortaya: Biliyorum diyen cahildir.
Bir konuda kesin ve net hükümlerle konuşan insan, ya o konunun cahilidir veya âlimi. Arada kalanlar ise, ne yaptıklarını zaten kendileri de bilmezler. Bu kişilere ahmak deniyor ve İsa’dan Buda’ya, Vigny’den Rûmî’ye bu kişilere verilen bir cevap var: “Ahmağın cevabı sükûttur.” Hatta ölüleri dirilten, dertlere şifa veren Hz. İsa’nın koşa koşa kaçtığını gören biri, nereye ve kimden kaçtığınısorunca, aynen şu cevabı alıyor: “Şurada bir ahmak var. Ondan kaçıyorum ve olabildiğince uzağa kaçıyorum.”
“İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” sözünden yola çıkarsak işimiz bir hayli kolaylaşır. Hiç değilse hangi cenahta yer aldığımız tespit etmek mümkündür. Modernist ve dahi post modernist felsefenin insanı alıp getirdiği nokta önemli:“Cehalet erdemdir.” Sokrat’ın “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü bugünün insanı için bir mecburiyet, bir çaresizlik ifadesi adeta. Yalnız ayırt edilmesi gereken bir nokta var: Hakikati kimin ve hangi saikle söylediği mühim. Hz. Ali’nin Haricîler için kullandığı “Söyledikleri Hak, niyetleri Batıl” yorumunu unutmamalı. Her testi içindeki suyu sızdırır. Herkes, “seni seviyorum” der, ama gerçekten seven kim? Yunus haklı; “Senin ben demekliğin/Manide usul değil.”
Spinoza’dan Krişna’ya, İbn rüşd’den Nietzsche’ye, Gazalî’den Descartes’a varana dek, bilmek hakkında geniş bir coğrafyada yolculuğa çıkmak mümkün. İlm-i kelamın ve de felasifenin görüşleri de esas alınarak denilebilir ki: Bilmek bir merdivene benzer. Her basamakta ayrı bir bakış elde edersin. Gazalî’nin izahıyla bilmek, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve de hakke’l-yakîn şeklinde tasnif edilir. Üzüm yemek isteyen bir insanın kafasında hemen bir şekil canlanır. Dış görünüş itibariyle hayale gelen üzümün, topraktan fışkırıp o hale nasıl geldiğini bilmek ilme’l-yakîn bilmektir. Gidip bir üzüm salkımı alırsın eline ve dokunur, koklarsın. Müşahedenin de içinde yer aldığı bu aşama ayne’l-yakîn bilmektir. Sonra alıp atarsın ağzına ve yutarsın. Tadına varmışsındır artık. “İşte bu üzümdür” ve bu aşama hakka’l-yakîn bilmektir.
Herkes yaşadığı hayatı gerçek zannetmekte masumdur. Çünkü, “Bilmek neyi halleder?”sorusunu, herkes testideki su kadar cevaplar. Çünkü söylenen şeyin doğru olması, söyleyen kişinin bildiğine inanmak için yeterli değildir.
BULMAK
Elinde tesbih, zikirle meşgul velînin birine müritleri sormuş: “Neyi arıyorsunuz?”Velî cevap vermiş: “Gafleti arıyorum.” Hazret o kadar huzurla dolmuş ki, artık gafleti arar olmuş. Demek ki bulmakla her şey bitmiyor. İnsan bazen bulduktan sonra da arayabilir. Hatta insan, bulduğunu sandığı şeyi de aramak zorunda kalabilir.
Rûmî der ki: “Âlemde cidden muhâle tahammülden daha müşkil hiçbir şey yoktur.”Kader, rastlantılardan ibaret değil. İnsan bilmek ister. Bilen insan bulmak ister. Bulan insan da olmak ister. Olduktan sonra da başa dönüp her şeyi yeni baştan, kıvamında yaşamaya başlar.
Derdine derman arayan insan, dermanı derdinde buluyorsa, bunun üzerinde düşünmek lâzım. İnsan merak ediyor: Aradığı tanrıyı bulamayınca, “Tanrı öldü” diyen Nietzsche ile, “İman edebilmek için iki kolumu da kestirirdim” diyen Cemil Meriç’in peşinde koştuğu şey aynı değil miydi? Yahut Yakup Kadri’nin, “Erenlerin Bağından” inciler devşirirken, Necip Fazıl’ın, “Aylarca dolaştım yıkık ve şaşkın” derken aradığı şey hakikat değil miydi? Rûmî’ye göre: “Yollar muhtelif ise de maksûd birdir.”
Abdülhak Hamit, Artvin dağlarına vurur kendini. Öyle bir buhran içindedir ki, kendi içinde taşan bir denizdir âdeta. İçindeki taşkınlığa tahammül edemez ve çareyi, kendini sıradan insanların içine atmakta, onlar gibi yaşamakta bulur. Demek ki her arayan bulamıyor. Bulmak, başka türlü bir şey. Bu yüzden “Arayanlar bulamaz, bulanlar yine de arayanlardır.”
Bulmak istediğin şeyi nerede, nasıl aradığın da önemli. Köroğlu padişahın sarayında bulunmaz. İbrahim Ethem gibi ikaz edilirsin yoksa. Ehl-i dünya içinde huzur aranmaz. Sonra Yunus çıkar karşına: “Bu akl-ı fikr ile Mevlâ bulunmaz.”
Gece yarısı, elindeki feneri insanların yüzüne tutup, adam arayan kişinin haline bakılırsa, aramak için ışık gerekiyor. Bu ışık insanda yok mu acaba? “Ruh bulur, akıl hesaplar”diyor Necip Fazıl. “Bana filozofların ilâhı değil, peygamberlerin ilâhı lâzım”diyen Pascal’a, bunu söyleten ruhu olmasın sakın? Delirmek üzereyken Allah’ın lütfuyla kurtulduğunu söyleyen Gazali’ye, “Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir” dedirten de mi ruhtu? Ölmeden önce “Işık, biraz daha ışık…” diye inleyen Goethe’nin de ruhu muydu karanlıktan kurtulmak isteyen?
Bilenler bilmeyenlere der ki; insanın “Nihayet buldum seni” dediği yer, henüz yolun başıdır.
OLMAK
Shakespeare haklı: “To be or not to be. That is the question.” (Olmak ya da Olmamak. Bütün mesele bu.) Cemil Meriç diyor ki: “İnsan ya Tanrı olmalı ya da Goril.” Kiliseye Deccal diyen Nietzsche’ye göre; “İnsan, hayvanla üstinsan arasına gerilmiş bir iptir.”Âdemoğlu için bu dünyada en zor iş, insan olmaktır herhalde.
“Bilmek başka ve olmak başkadır” diyen İbn Arabî’nin literatüründe ‘Olmak’, yaratıcı tekâmülün zirve noktasıdır. Attar’a göre, tekâmül için istek, bilgi, aşk, hayret ve marifet gibi yedi vadiden geçmek gerekiyor. Rûmî’nin kendi varolmak macerasını tarif ettiği üç kelime, bunu daha iyi anlatır: “Hamdım, piştim, yandım.”
Olmak cesaret ister. Kendinle yüzleşebilme cesareti. Derler ki, bir şeyi istemek başka ve yapmak başkadır. Soğuk demiri istediğin kadar dövebilirsin, asla istediğin şekli almaz. Onun için yanması lazımdır ki, “Demir tavında dövülür.” Cemil Meriç’e dönüyoruz: “Işık saçmak için yanmak gerekir” Yanmak mı lazım? Evet, yanmak lazım. “Hayret yurdunda hastalar gibi” dolaşmayan insanın, Leylâ kadehinden aşkı içmeye hakkı yoktur. Bir Japon Şairinin tasviri ne kadar müthiş: “Ben Buda gibi oturuyorum fakat sivrisinekler ısırmaya devam ediyorlar.”
Peki, insan ne olabilir veya ne olmayabilir? Bunu kim veya ne belirler? Cemil Meriç’in de bu konu kafasını yormuş olmalı ki, “Upanişat Tanrısın diyor insana, Freud itsin diyor. Hangisi haklı?” diye soruyor. İnsan olmak yetmiyor bugünün insanına. Ya Tanrı olacak ya da hayvan.
Goethe biraz gerçekçidir bu konuda ve hayal kırıklığına soğuk bakar; “İnsanların çoğu, hayatının büyük bir kısmını yapamayacağı şeyleri istemekle geçirir.” Sokrates’in, önüne çıkan adamı durdurup, ‘Yaşamaya değer hayat için ne düşünüyorsun?” diye sormaktaki gayesi, insanın, hayal kurmaktan vazgeçmesini engellemek olmasın sakın? “Sen derviş olamazsın” derken Yunus, tac ile hırkayı giymekle oldum zanneden ham softayı ne güzel tokatlıyor: “Sen Hakkı bulamazsın.”
Olmak, içindeki boşluktan aşağıyı seyredebilmekse eğer, gerçekten cesaret ister. Çünkü farkındalık, kaygıların artmasına yol açar. Sendelersen uçurumdan aşağı gidersin. Bakmazsan bir şeyi kaybedersin: Seni sen yapan şeyi. Kierkegaard’ın dediği gibi: “Yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktır. Yola çıkmamaksa kendi benliğini kaybetmek.”
Ekrem Özdemir
– Haber Lotus –
HLotus